HaberTürk'ten Öznur Karslı... İki hafta önce cuma günü aradı beni. Dünya turu yapan Türkler üstüne bir röportaj hazırlıyormuş, “Eskiden emeklilikte yapılacak bir şey diye düşünülürdü, şimdi gittikçe daha çok insan ertelememeyi seçiyor. Bununla ilgili bir yazı dizisi hazırlıyoruz,” dedi. Beni nereden bulduğunu sordum. İnternetten elbet. Google'da ne diye aratmış merak ettim aslında ama sormadım. “Peki,” dedim. Ama tabii benim sınırlarla ilgili takıntım var ya, onun üstüne söz söyleyeceğim. “Söyleyeceklerimi sansürsüz yayınlayacaksanız olur,” dedim. O da “Tabii tabii” dedi. Yazılı olarak soruları göndermesini kararlaştırdık. “Bana vuruş sayısını da belirtirseniz ona göre yazayım,” dedim. “Olur” dedi.
Akşamüstü saat 5'te soruları göndermiş. “Cevaplar cumartesi gün içinde elimde olursa iyi olur...” diye de eklemiş. “Cumartesi dediğiniz yarın değil herhalde, haftaya cumartesi,” dedim. Gayet doğal bir şeymiş gibi “Yarın. Bir hafta çok uzun bir süre, hafta içi yayınlanacak,” dedi. Böyle bir durumda ben olsam, “Size zahmet olmazsa yarına yetiştirebilir misiniz? Biliyorum cuma akşamı, hafta sonu meşgul olabilirsiniz, programınız olabilir, farkındayım son anda oldu ve çok şey istiyorum sizden ama gazetecilik çok koşuşturmacalı meslek” filan tarzı bir şey söylerim. Hani nezaketen. Sorulara baktım. “İlk dünya turu ne zaman başladı?” diye bir soru olunca ben de sandım ki benim ne yaptığımı biliyor. Ama diğer sorular içinde diğerleri ile ilgili tek bir soru dahi yoktu. Denizden dünya turu ile vs. Vuruş sayısı belirtmemişti, yazıp sordum. “Diğer cevaplar henüz elime geçmediği için bilemiyorum şimdi ama size iki bini geçmeyecek şekilde yazın,” dedi. Gülen bir yüzle başladım. “:) Tamam bazı sorularınız bir-iki kelimelik cevap ama ilginç anekdot, ilk seyahatimdeki maceralarım korkularım, üç dünya turu için nasıl rota çizdiğim, çocuklu yolculuğun avantajları dezavantajları gibi şeyleri size iki bin vuruşta anlatabilmemi bekliyorsanız o kadar kapasitem yok ;)” dedim. Fakat düşününce güzel bir çözüm buldum. Zaten çoğu sorusuna tek kelimelik veya tek cümlelik cevaplar vermek istiyordum. Benim ilgimi çeken, herkesin genelde tek kelime ile cevaplayacağı “Kaç ülke gördünüz?” sorusu idi. Bu sorudan yola çıkarak istediklerimi söyleyebilirdim. “2000 vuruşta ancak bir tek sorunuzdan yola çıkarak özetle şunu diyebilirim, dünyayı gezmenin beni getirdiği noktayı göstermesi açısından,” diyerek yazdım: Benim gezginliğim dünyanın nasıl politik parsellere ayrıldığını, içine doğduğumuz hayali çizginin dünya üstünde hareket alanımızı belirlediğini görmem içinmiş. Sınırlar hayali çizgilerdir. Ya gerçek anlamda kanlı bir savaş sonucu ya da mecazi anlamda kanlı politika ile belirlenmiş hayali çizgiler. Kaç ülke gördüm? Yüzden fazla olmuştur ama saydığımdan değil, 15-20’de saymayı bıraktım. Yıllar sonra, ikinci dünya turumdan önce bir merak edip saydığımda 74 filandı. Ben sınırlara inanmıyorum, o nedenle gezdiğim ülke sayısı tutmuyorum. Tutanları da sevmiyorum :) Şaka bir yana, benim için sınırlardan rahatsız olmayan, onlardan nemalanmaya kalkan kişi gezgin/seyyah değildir. Yarış mı bu? Size rakamlarla bir fikir vereyim: En küçük ülke Vatikan 0,44 km2, en büyük ülke Rusya 17.100 km2. Bu iki ülkeyi nasıl aynı sepete koyarsınız? Rusya'nın bir köşesine ayak basınca nasıl gördüm sayarsınız? Keza Hawaii’yi ayrı olarak sayıyorsunuz diyelim. (Gezginlerin ayrı bir ülke sayım listesi var.) Onda da iki gün Honolulu’da kalmak var, tüm sekiz adayı görmek var, adalara günübirlik uğramak var, haftalarca kalmak var. Ayrıca gittiğiniz yerler arasındaki bir ülke yarın bölünür, -mesela ben Sudan’ı boydan boya geçtim. Şimdi Güney Sudan diye bir ülke var.- İki ülkeye gitmiş mi sayılıyorum yoksa ben gittiğimde öyle bir ülke var olmadığı için Güney Sudan’ı gördüm sayılmaz mı? Tüm bunların ne anlamı var? Peki ya yok olan ülkelere ne demeli? Mesela bir zamanlar Doğu Almanya vardı, SSCB vardı. Var oldukları dönemde bu yerlere gitmişseniz ne yapacaksınız? Listenizden silip sayınızı mı düşüreceksiniz? Hem bir yerden sonra ülke sayısı tutmak zor geliyor. Düşünsenize... Bebeklerin yaşlarını ilk sene içinde ay olarak söylüyorsunuz. Büyüdükçe ay sayısı tutmak mantıksız. Ben de onun gibi yaptığım dünya turu sayısı tutuyorum artık ;) Eğer tüm ülkelere ayak basmayı becerebilirsem dünyanın düzenini protesto etmek adına pasaportlarımı yakacağım. Yeryüzü ülkeler olarak parsellenip kendisi, anne-babası, eşi o bölgede doğmamışlara yasaklanacak veya şartlarla girdirilecek bölünmüş toprak parçaları değil, bir süre üstünde yaşanıp gezilip görülecek ve sonra altında gömülecek, herkese ait bir toprak bütünüdür. Bir de not düştüm. “Kriminal bir haber olduğu için yayınlayamayacağımız ne olabilir?” diye sormuştu. “Bunu siteme koymaya kalkmadan önce bir avukata danışmıştım; pasaport yakmak kriminal bir suç değil. Bilginize...” dedim. Bu arada bana gönderdiği e-postanın içinde başka bir adres daha vardı. İnci Sarıhan. Gazeteden konuyla ilgili biri olduğunu, belki yazı dizisini beraber hazırladıklarını düşünerek cevabımı ona da göndermiştim. Ertesi gün İnci Hanım'dan bir e-posta aldım. “Beni de etiketlemişsiniz ama ben röportajı yapılanlar arasındayım,” diye. Hımmm dedim kendi kendime. Demek Öznur Hanım aynı soruları bana aktardı. Her neyse... İnci Hanım'ı tanımak istedim. Ben meraklıyım, kim ne yapmış neler yapıyor bilmek takip etmek isterim. Kendisi eşi ve şimdi küçük oğulları ile ve de bisikletle geziyormuş. Öğretmen oldukları için yazın iki ay bir yerlere gidiyorlarmış. O arada iki şeyin farkına vardım. Birincisi, kendi yaptıklarına “dünya turu” diyorlardı. Ve sanki her sene yaptıkları bir dünya turu imiş gibi konuşuyorlardı. Oysa gittikleri İran-Pakistan-Hindistan ve Avrupa. Tamam, yavaş yavaş bunları birleştirerek dünyayı gezmiş olma planları var ama buna daha çok var. Yaptıkları çok hoş ve takdire değer bir şey tabii. Ona bir lafım yok. Türkiye'de, hele de böyle bisikletle ve de çocukla gezebilen insanların örnek olması gerek. Ben yapamazdım doğrusu onların yaptıklarını. Hoş, onların koşullarında olsam yapardım belki de. Sadece bu yaşta ve benimki gibi 38 ay emzirdiğim ve 3,5 sene geceleri 5-6 defa uyanarak geçirdiğim göz önüne alınırsa yapabileceğim bir şey değildi. Biz de gezdik aslında kız daha küçükken ama uykusuzluktan hiçbir şeye enerjim kalmazken çok da keyif alabildiğimi söyleyemeyeceğim. Her neyse... Demek “İlk dünya turu ne zaman başladı?” diye sordukları bana özel bir soru değil, Sarıhan ailesine yönelik bir soruydu. Farkına vardığım ikinci şey Sarıhan'ların oğullarına “minik gezgin” dedikleri, sitelerinin adının o olduğu idi. Ve Öznur Hanım'ın bana yönelttiği sorular da aynı hitabı kullanıyordu. “Minik gezgininizi nasıl ikna ettiniz?” Yani tamam, benim kızıma da minik gezgin diye hitap edilinebilir ama ben ona “minik gezginim” diye bakmıyorum; bir başkasının kullandığı bir isimle ve ona özel olarak yazılmış soruların direkt bana gönderilmiş olması da ayıp yani! Sitemde dünya kadar yazı var. İnsan bir okur inceler, en azından şöyle bir göz gezdirir, ona göre bana, benim yaptıklarıma yönelik soru sorar. Ne biçim gazeteciliktir bu? “Benim hakkımda, yaptıklarım hakkında ne biliyorsunuz ne kadar okudunuz merak ediyorum doğrusu,” dedim ama cevaplamadı elbette. Ben tahmin edebiliyorum. İnternete gir, “dünyayı gezen Türkler” diye tarat, karşına çıkan sitelerde genel başlığa bak. İletişime geç ve cevaplasınlar diye bir örnek soruları gönder. Bu şekilde gazetecilik yapıyorlar! Ertesi gün Öznur Hanım bana “Başka bir habere diyelim o zaman...” dedi. Bekliyordum tabii bunu. -“Soft” bir haber olacak demişti. Bir sürü sormuş, ben bir tek şey yazmışım. O da ülkeler ve sınırlar üstüne.- Yine de neden diye sormadan edemedim. Tabii bu arada telefonumu bulduğu İletişim sayfasında “Benden laylaylom gezi röportajı/yazısı çıkmaz. O nedenle benimle sırf gezi deneyimlerime dair röportaj yapmak istiyorsanız hiç boşuna yazmayın. Bana da kendinize de zaman kaybettirmeyin. Seyahatin gerçek yüzüne ve sitemde yayınladığım görüşlere dair yazılarımı sansürsüz yayınlamayı kabul ederseniz başka her tür sorunuzu memnuniyetle cevaplarım.” diye de yazmışım. Keşke önce bir okusaydı... Okumuyorlar mı yoksa okuduklarını mı anlamıyorlar yoksa aldırmıyorlar mı bilemiyorum. Her neyse... Aslında cevap beklemiyordum “Neden?” soruma, ama cevap verdi. “diğer kişilere de soruları gönderdim, direk cevapladılar, öncesinde koşullar şartlar içeren ya da o manaya gelecek herhangi birşey yazmadılar,” demiş. İlgilendirmiyor beni başka insanların yaptıkları. Ben de öyle yaptım zamanında. Artık yapmıyorum. Artık seçici olmak istiyorum, artık seçici olma lüksüm var. Nasıl olsa oradan bana adam çıkmayacak. Adam dediğim benim aileme katılacak, çıktığında kitabımı alıp okuyacak insan çıkmayacak. Fikirlerime aldıran yoksa da yaptığım işe hayran kişi istemiyorum. Direk ile direkt arasındaki farkı bilmeyen de gazeteci oluyor muymuş, oluyormuş. “Yanıt aşamasına geçemedik” demiş Öznur Hanım. Ben yanıt verdiğimi sanıyordum hâlbuki. Oturup saydım. 17 soru sormuş. 17 soruyu hakkıyla cevaplamam, hadi sentez yapayım desem bile en azından 10.000-12.000 vuruş. Ben oturup uğraşacağım vakit harcayacağım, o bir kalemle bunları çöpe atacak. “Bana dediniz ki 2000 vuruşu geçmeyecek şekilde yazın... Ben de size dünyayı gezmemin beni taşıdığı yeri gösteren Türk gezginlerini de özel olarak ilgilendiren bir konuda 2000 vuruşluk gayet düzgün kısa bir yazı gönderdim. Yani ben öyle sanıyorum... Ama yanılıyorum galiba? Üstelik orijinal ve herkesin söylediği söyleyeceği şeylerden farklı bir cevap, ben röportaja renk katar diye de düşünmüştüm. Ama yine yanılmışım galiba. Haberi kaleme alacak kişi olarak kararı vermek elbette size ait. Ben de size teşekkür ederim,” dedim. Bunun üzerine başka tuhaf bir cevap aldım: “Emin olun görüştüğüm kişiler de gayet orjinaller. Siz benim zekamdan şüphe ediyorsunuz heralde, sürekli sorularla biten cümleler kuruyorsunuz. Diğer insanları orjinal olmamakla nasıl etiketliyebiliyorsunuz, dünyayı turlamak buna izin vermemeli. Ben de size teşekkür ediyorum.” Tutamıyorum ya ben kendimi. Kibarlık adına soru olarak ifade etmiştim. Yanılıyorsam beni düzeltsin diye. Heralde değil, herhalde. Orjinal değil orijinal. Bu tür hatalar affedilir mi? Hadi bunlara sesimi çıkarmadım ama diğer suçlamasını ağzına tıkmam gerekiyordu! “Zekanızdan şüphe etmemiştim ama şimdi etmeye başladım gerçekten. Diğer insanları orijinal olmamakla mı etiketledim? Nerede etiketledim? Nasıl böyle bir sonuca varıyorsunuz? Yazdıklarımın orijinal olduğunu düşünmem başkaları orijinal değil demek anlamına mı gelir? Hayatta, dünyada bir tek orijinal gezgin mi olabilir ki ben böyle söylediğimde diğerlerini orijinal olmamakla etiketlediğime dair suçlamada bulunuyorsunuz bana?” diye sordum. Siz ne derseniz deyin... Tekne ile dünya turunun şahı Sadun Boro'dur. Ondan sonra Osman Atasoy bilinir ama arada yelkenli ile dünyayı dolaşan başka Türkler de olmuştur. Bu arada tabii niye bu erkeklerin eşlerinin adı gündeme gelmez o da ayrı ya... Asıl kaptan onlar olsa dahi neden birlikte anılmazlar? Sonuçta yelken öyle sıradan bir araç değil, oradaki ortaklık tam bir ortaklık gerektirir. Ben ki “Kadının adı yok, kadın gezginin de adı yok” demişim, bari kadınları da erkeklerle birlikte anayım. Sadun ve Oda Boro çifti ile Osman ve Zuhal Atasoy çiftleri. Sonra Özkan Gülkaynak hiçbir modern alet kullanmadan yaptı. Haldun Karagöz, Türkiye'nin dünya çapında bir kalp cerrahı olarak yelkenle dünya turu yapmış. (Çok hoş bir TEDx konuşmasını dinlemiştim, buraya koyayım diye aradım ama bulamadım.) Bunların hiçbiri yabana atılacak şeyler değil. Öte yandan artık bu tarz dünya turu yapan çok Türk var. Biri “en genç çift” olacak, biri “en küçük tekne ile” vs vs. Sonra başka birileri onları geçecek. Ama ilk değişmeyecek. Hoş, Boro çifti 1960'larda yapmışlardı bu işi, şimdi 1930'da 4 metreden biraz büyük teknesi ile dünyaya yelken açan Mustafa İhsan diye bir denizcinin de adı geçiyor. Öyle ki Soyadı Kanunu çıkınca kendine “Denizaşan” soyadını almış biri. Belki benim veya başkalarının da bilmediği böyle biri olabilir ama benim bildiğim sırt çantası ile dünya turunu ben başlattım. Dünya turu derken dünyanın etrafında dönmeyi, bir tur atmayı kastediyorum. Benim ardımdan Barış Akkırış ve Cüneyt Güven geldi. Şimdi artık pıtırcık gibi yapan var. Kimi kitap yazıyor ve gündeme düşüyor, kimi Kutluhan Özdemir gibi ayda 140 dolara yapmakla övünüyor. Tabii onun yaptığı henüz sadece Güney Amerika'da dolaşmak. Ama çıkacak tabii elbet başkaları da bir gün. Daha ucuza, hatta parasız, daha gençken, hatta belki bir gün en yaşlısı diye yankı yapacak. Bisikletle seyahatin kraliçesi Hülya Koç'tur. Türkiye için konuşuyorum tabii hep. Türkiye'de bu işi o başlatmıştır. Sonradan Hasan Söylemez hiç parasız Türkiye'yi dolaşmış. Şimdi Gürkan Genç tek başına yedi senede dünyayı gezecekmiş. Sema Berktaş ve İlker Akın doktor bir çift, istifa edip bisikletle gezmeye başlamışlar. Sarıhanlar ailece geziyorlar. Çocukla bisikletli seyahati onlar başlatmış. Eğer yaptığı işin güçlüğü diye bakacak olursanız Türkiye'de seyahatin kralı Erden Eruç. Onun üstüne kimse yok. Kas gücü ile dünyanın etrafını dönen biri olarak dünyada kolay kolay geçilmeyecek biri. Kıyaslanamayacak bir iş yapmış kişi. Var... Bunların hepsi orijinal işler yapıyorlar. Söyleme gelinceyse... Benim bu söylediklerime gelmem çok zamanımı aldı. Henüz hiç kimsenin o noktaya gelmiş olduğunu, sınırları sorguladığını sanmıyorum. Gezmenin amacı o da değil zaten ama bu işin başka bir boyutu. Kanımca önemli de bir boyutu. “Peki siz beni cahil ve sırf kendisi ile meşgul olup başkalarının ne yaptığına bakmayan, okumayan araştırmayan dinlemeyen biri mi zannediyorsunuz?” diye yazdım Öznur Hanıma. “Kusura bakmayın, özellikle gezen insanları en azından genel olarak tanıyacak kadar takip ediyorum. İçlerinde orijinal işler yapanlar var elbet. Öte yandan herkesin söyleyip durduğu 'bu koşturma nereye kadar, hayatı şimdi yaşamalısın yapmalısın, az ve özle yaşayacaksın, fazla bir şeye ihtiyacın yok, paraya da ihtiyacın yok, ev araba TV son model bilgisayar cep telefonu alacağına gez tecrübe edin, hayata dokun, dünyayı tanı' vs. tarzı şeyleri ben, kusura bakmayın, 15 sene evvel söylüyordum! Şimdi birçok insan söylüyor, daha çok insan söylüyor. İyi de ediyorlar ama benim için çok sıradan artık bu söylem. 'Ay seyahat ne kadar harika bir şey, siz de kalkın gezin' diye insanları özendirme misyonum yok. Ben şimdi başka şeyler söylüyorum. Kusura bakmayın, evet ukalalık belki, ben artık doymuş bir gezginim, seyahatin felsefesinin dışında herkesin görmezden geldiği 21. Yüzyılda Seyahatin Gerçek Yüzü'ne ( http://www.gulin.world/21-yuzyilda-seyahat.html ), hayali çizgiler olan sınırların adaletsizliğine dair şeyler söylüyorum. Benden başka kim bunları veya benzer şeyleri söylemiş görmek için de yazı dizinizi merakla bekliyorum. (Eğer varsa sizden özür diler, o kişiye de özel olarak teşekkür ederim.) Keşke bunları başkaları da söylüyor olsa, ben fazlasıyla sevinirim, çünkü benim söylemem değil, birilerinin söylüyor ve fikrin yayılıyor olması önemli. Yol açan insanlar vardır. Ben onlardan biri olduğuma inanıyorum. Türkiye'de dünya seyahatinin öncüsü olmasam da bunun yolunu açan öncülerden biri olduğumu siz kabul edin veya etmeyin, gerçeği değiştirmez. Benim 15 sene önce söylediklerim şimdi “moda.” Umarım ki şimdi söylediklerim de bir 15 sene sonra moda olur. Yeter ki olsun!” Moda olur mu gerçekten bir gün bu söylediklerim de? Yoksa iyice kutuplaşan bir dünyada, yükselen duvarlar çitler ve belli hayali çizgiler dışında kalan insanları dışlayıcı yükselen seslerin arasında kaybolup gider mi? Umarım ki ilki olsun. 15 sene değil 25 sene sonra olsun ama illa ki olsun! *** Not: İki hafta önce çıkacak diyerek beni sıkıştırdığı haber takip ettiğim kadarıyla halen çıkmadı. İsabet olmuş harcadığım.
0 Comments
Your comment will be posted after it is approved.
Leave a Reply. |
AuthorGülin De Vincentiis Archives
February 2016
Categories |