Dün Dünya Gazeteciler Günü imiş. Geceyarısı fark edince bu yazıyı yazmam biraz zaman aldı. Bir günlük gecikme ile de olsa tüm gerçek gazetecilerin gününü kutlamak isterim.
*** Geçenlerde eski dosyalarımdan birini açtığımda “Dünya turunu gerçekleştiren ilk ve tek Türk kadını olan...” diye bir yazı görünce şaşırdım. “Z. Gülin Aköz” diye devam ediyordu. Yani ben. Eski ben. Kendimi, yani yazılarımı pazarlamak için böyle bir şey kullanmayı düşünmüşüm zamanında. Artık tek Türk kadını değilimdir herhalde ama düşününce, sadece kadın olarak değil, Türkiye'de sırt çantası ile dünya turunu başlatan kişi benim. (Dünya turu derken Elizabeth Gilbert'ınki gibi üç ülkeye gitmekten bahsetmiyorum. Veya, yaptığı özel bir şeydir ama Hülya Koç gibi bisikletle kıta geçmekten de bahsetmiyorum. Birçok ülkeye uğrayarak plansız programsız dünyanın etrafında dönmekten bahsediyorum.) Ama kaç kişi beni tanıyor veya adımı biliyor? Bir avuç. İkinci bir dünya turu yaptım. Kaç kişi duydu? Bir avuç. Sonra üçüncü bir dünya turu yaptım, ailemle, 4 yaşındaki kızımla. Kaç kişi oralı oldu? Bir avuç dahi değil. Bir yerde okumuştum. Özlü sözler listesinde. “Eğer haber olmak istiyorsanız, haber değeri olan işler yapın” gibisinden bir söz. Şimdi kim diyebilir ki ben haber değeri olan şeyler yapmadım? Hürriyet Seyahat'e bakıyorum. Kusura bakmayın, benim tırnağım dahi olamayacak şeyler yapanların boy boy haberleri çıkıyor. Bir genç dünya turuna başlamış, haber. Biri benim üçüncü dünya turumun bir kısmında yaptığım gezinin yarısından azını yapmış, haber. Birisi İtalya'yı, hemen herkesin artık bildiği, üstüne bilmem kaç kişiden bilmem kaç yazı yazılmış bir yeri yazıp duruyor haftalarca. Ve daha neler neler haber. Ama ben değilim kuzum. Ha Hürriyet Seyahat editörü Serkan Ocak ilgilendi mi, ilgilendi. Arşivden eski yazılarımı da okumuş. “Hakikaten çok ilginç” de dedi. Sonra ne oldu? Sonra bana 4.000 vuruşluk standart bir röportaj önerdi. (Bilmeyenler, aşina olmayanlar için söyleyeyim, üçte bir sayfa kadar bir yazı.) Üstelik bir de “Önce sekiz ülke gezin, sekiz fotoğraf koyarız,” dedi. (Yani üçüncü dünya turu ancak yolun yarısına gelince haber!) Ben de bunu hakaret olarak aldım. Kendisine de söyledim. “Kusura bakmayın, ben bu formata uyamayacağım. Bana kendini beğenmiş deyin, burnu havada deyin, veya daha kötülerini de söyleyebilirsiniz... Ancak ben kendimi sıradan seyahatler yapmış bir sürü insanla denk görmüyorum, dolayısıyla aynı yeri de paylaşamam. Manşet ve orta iki sayfayı isterim,” dedim. O da “Ben Ayşe Arman'la dahi bu pazarlığı yapmam,” dedi. Ayşe Arman'ın böyle pazarlık yapması gerekmez zaten, ona ne kadar yer verileceğini biliyordur, böyle bir endişe taşımaz ya... ona girmeden, “Bu bir yazar olarak benim kanunda da yeri olan manevi hakkımdır,” dedim. O “Gezmeyi bir hayat biçimi haline getirenle, otostopla tüm dünyayı dolaşanla, parasıyla haftasonları ülke ülke gezenler aynı değil. Benim tek amacım insanlara bunu aşılamak. Seyahati sevdirmek” demişti. Ben “Benim tek amacım ise, siteme koyduğum sınırlar, vatandaşlık, güvenlik vs. ile ilgili fikirleri yaymak,” dedim. “İnsanların farklı şekilde düşünmeye başlamasını, o olmuyorsa bile sorgulamasını sağlamak. Yoksa kendi promosyonumu yapıp 'Aman da bak ben ne harika şekilde geziyorum' demeye ihtiyacım yok. Zamanında kitabım satsın istiyordum, tanınmak istiyordum; herkes de 'Aman da aman, medyada görünmelisin, adın çıkmalı' diyordu. Ben de uydum. Şimdi hiçbirine ihtiyacım yok. Ben yaptığımı biliyorum, bana yetiyor; kocam ve kızımla 3+1 kişilik küçük dünyamda da gayet mutluyum. Eğer o fikirleri yaymak gibi bir derdim olmasaydı bu geziyi de sessiz sedasız, kimseye haber vermeden yapar döner, hayatıma devam ederdim. Açıkça söyleyeyim, benim için bu gezi bir yem. Fikirlerimi yaymak için insanları oltaya çekmek. Muhtemelen sizin hedef kitleniz benim hedef kitlem de değil. Yine de, kimin hangi yazıdan nasıl etkileneceği hiç bilinmiyor. İnsanları kışkırtmak da istiyorum. O nedenle vuruş olmasa da içerik koşullarım daima olacak. Sınırları sorgulamayan kimse kendine gezgin demesin, dünyanın tüm ülkelerine ayak bastığımda pasaportlarımı yakacağım. Bunları da yayınlamayacaksanız size bu röportajı veremem. Benden laylaylom gezi yazısı/röportajı çıkmaz.” O da “Fikrinizi değiştirirseniz size kapımız her zaman açık,” dedi. Ben de “Siz bilirsiniz,” dedim. “Ben size haberi verdim. İsterseniz yarım sayfa, isterseniz iki satır haber yaparsınız, istemezseniz de yapmazsınız.” Ama tabii ben salak sanıyordum ki nasıl olsa haberim çıkacak. Ben haberim ya... Serkan Bey bana gıcık olmuş da olsa haber yapar diye bekledim. Ne de olsa profesyonellik insanın duyguları ile değil, haber anlayışı ile bakmasını gerektirir. Kaldı ki ona küfretmiş filan değilim bir şey değil. Görüşlerimde de bana sorarsanız, genel görüşün aksine de olsa kötü bir söylem yok. Serkan Bey sınırlar, vizeler üstüne düşündüklerimden bahsetmek zorunda da değil. Evet ben röportaj vermeyeceğimi söyledim ama seyahatimle ilgili dünya kadar bilgi websayfamda var. Onları okur, kendine göre bir haber hazırlar ve yayınlar. I-ıh. Benimki çok şey beklemekmiş. Hadi seyahate yeni başladım, tamamlayınca artık kayıtsız kalamazlar diye düşündüm. Yine yanılmışım. Öyle bir yok sayıldım ki şaşarsınız! Üstelik Hürriyet'in genel yayın yönetmeni Sedat Bey bir Robert Kolejli ve kendisi ona başka bir konu ile ilgili yazdığım e-postaya cevap verme nezaketini göstermişti. Ama daha sonra o da beni yok saydı. Kendisine yazdığım e-postayı buraya “Sedat Ergin'e Açık Mektup” olarak da yayınlamak istiyorum. gazetecilik ve profesyonellik Merhabalar Sedat Bey, Öncelikle iyi yıllar dilerim, eylül ayında uğradığınız saldırı için de geçmiş olsun. Biraz geç oldu tabii farkındayım ama bazı şeyleri sonradan takip edebiliyorum. Biliyorsunuz, bir dünya turu yapıyordum ve yakın zamanda döndüm. Bu biraz şikayet, biraz gazetecilik eleştirisi olacak. Benimle ilgili basında bir tek haber çıkmadı. “Belki doğru yerlere ulaşamamışımdır, belki e-postalarım ellerine geçmemiştir” diyorum. Tabii haberi olanlar vardı, onu da biliyorum. Ama canınız sağ olsun. Hürriyet Seyahat okumayı bıraktım elbette. Ama pazar günü THY ile İstanbul'dan Roma'ya dönerken gazete dağıtılınca alıp bir bakayım dedim. Sırf meraktan. Üç dünya turu yapmış bir Türk kadınını, dördüncü yaş gününde dünya turunu tamamlamış bir İtalyan-Türk kızını haber yapmaya değer bulmazken nelerin haber yapıldığını görmek için. Kapakta neredeyse bütün sayfayı kaplayan bir fotoğraf. Orta iki sayfada detayı. Nedir bu kadar manşetlik haber derseniz... Editörün 4-5 günlük Dominik seyahati! Bunların turizm acentaları için reklam olduğunun, al gülüm-ver gülüm şeklinde reklam verenin reklamını yapmak olduğunu biliyorum elbette. Bunda çok mahsur da görmüyorum aslında. -Bir sektör böyle dönüyor.- Yeter ki... yeter ki gerçek bir seyahat haberi olduğunda o da yer alsaydı gazetenizde. Benim, dünya çapında olmasa dahi, günlük gazetede olmasa dahi, bir Türk seyahat gazetesinde yerim olmadığını, haber değerim olmadığını söyleyecek bir tek gazeteci bulunur mu bilemiyorum? Kaldı ki, ben seyahatin dışında bir yerim olması gerektiğine de inanıyorum. Daha önce belirttiğim gibi, fikirlerim gündemdeki mülteci konusu ile de direkt ilgili. Hürriyet Daily News'teki bir haberde “Hürriyet neden mülteciler, birçoğu çocuk, Yunanistan yolu üzerinde Ege sularında boğuluyorlar diye araştırmaya girişti. Cevap: Boğuluyorlar çünkü 'geri itiliyorlar,' çünkü 'kanlı bir ekonomi' yaratıyorlar ve çünkü onlara organize bir şekilde yeterince yardım etmiyoruz,” diyordu. Üzgünüm ama cevapları yanlış. Sınır ölümlerinin tek ve tek nedeni vize denen şeyin varlığı ve insanların bu doğa kanunlarına aykırı uygulamaya olan kör inançları! Bunu söyleyen bir tek kişiye de rastlamadım medyada. Eğer bu gerçeği görmüyorsanız, Aylan'ın fotoğrafı ardından hassasiyet gösterisi yaparak timsah gözyaşları dökmeyin. Göçmenler, bir yere bilet alıp uçağa atlayıp gidemedikleri için ölüyorlar. Nokta. Bunun onların durumundan faydalanan insan kaçakçıları ile filan alakası yok. Günah direkt olarak bu dünyayı yönetenlere ait, dünya çapında ırk ayrımcılığını onlar yarattılar, gerçek suçlular onlar. Ve vizeler, sınırlar, güvenlik efsanelerine inanarak statükoyu devam ettiren bizler. Nokta. Hürriyet'e saldırı haberlerini okuyup sizinle yapılan röportajları bugün dinledim. “Hürriyet Türkiye'nin en büyük gazetesi, en etkili gazetesi, ve Türkiye'de bağımsız gazeteciliğin en önemli güvencesi olan müessese,” diyorsunuz. “Basın özgürlüğü açısından kara bir gündü.” Ben, bir Türk kadını olarak, her ikisi de birbirinden farklı özel iki dünya turu yapmışken, ikinci turumda tanıştığım eşim ve kızımla üçüncü dünya turunu yapmışken ve dahi Hürriyet Seyahat eki editörü bu seyahatimden haberdarken benimle ilgili tek bir haber çıkmamasını Türk basınında, en büyük ve en etkili olduğunu iddia ettiğiniz gazetede habercilik açısından kara bir leke olarak görüyorum. Profesyonellikle bağdaştıramıyorum. Belli ki gazeteci değilim ve gazetecilikten de anlamam. Sürçülisan ettiysem affola... gazetecilik ve profesyonellik- 2 Yıllar önce ilk dünya seyahatimi yaptığımda zamanın Hürriyet Seyahat editörü ile irtibata geçmiş ve gazetede düzenli yazı yazmak istediğimi belirtmiştim. Aldığım cevap “Bizim gezi yazarımız Mehmet Yaşin'dir” olmuştu. Daha sonra editörün değiştiğini duyduğumda tekrar irtibata geçtim, belki o farklı bir yaklaşım gösterir umuduyla. Köşe yazısı yazmayı önerdim. Bu seferki cevap “Köşe yazarına ihtiyacımız yok.” Peki yok da, o sıralar Mikdat Kadıoğlu aynı eke seyahatle hiç alakası olmayan köşe yazıları yazıyordu. Merak edip sorduğumda aldığım cevap “Seyahat rotalarındaki hava durumunu yazacaktı, ama sonra ekin baskıya gitme gününü hesaba katınca pratiğe geçirilemediğini gördük. O da çevre ile ilgili yazılar yazmaya başladı, ücret talep etmediği için de kalıyor,” oldu. Mehmet Yaşin'in tarzından da yazılarından da hazzetmediğimi söylemek zorundayım. “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” diye yazmıştım Arjantin'deki Bulutlara Giden Tren üstüne yazısını okuduğumda. Seyahat ruhu ile o kadar uzak olduğunu düşünmüştüm. Tabii bunlar kişisel görüşümdür ve sonuçta kendisi yıllardır bu sektörde emek vermiş bir kişidir. Ancak bu pazar günü Hürriyet Seyahat ekinin arka sayfasındaki okur sorusuna cevabını görünce tutamadım kendimi. Kargo gemisinde seyahatle ilgili soruya cevabı “Böylesine aklı başında soruya hasret kalmıştım” diye başlıyor. Esas cevabı ise şu: “Benim gençliğimde böyle bir olanak vardı. Yük gemilerinde bir-iki kamara yolculara ayrılırdı. Şimdi durum nasıl tam bilemiyorum ama bu gelenek sürüyordur sanırım.” Bu cevap mıdır şimdi??! Kusura bakmayın, birkaç tane daha ünlem ve soru işareti koymak isterdim aslında. “Bu gelenek sürüyordur sanırım.” Ha sanırsın yani... iyi! “Aklı başında soru”dan bahseden birinin “aklı başında cevap” verme kapasitesi olması beklenir. Bu kişi ki, bir önceki Hürriyet Seyahat editörü Serhan Yedig'in “duayen” dediği kişi. İnsan son zamanlarını bilmiyorsa dahi, cevap vermeden önce “travelling on a cargo ship” diye yazıp internetten bir bakmaz mı? Kısa da olsa bir araştırma yapıp doğru düzgün cevap vermez mi? Yani soruyu soran kişi de yapabilirdi bunu elbet. -Artık hemen her şeye bir tıkla olmasa dahi birkaç tıkla ulaşabileceğimiz bir çağda yaşıyoruz.- Ancak siz, bir seyahat eki olarak okurlarınızın sorularına cevap vermeyi, böyle bir hizmet sunmayı taahhüt etmişseniz, bunu doğru düzgün yapmanız beklenir. Yapamayanı da, kusura bakmayın, o pozisyonda tutmamanız. Birçok gazete ve derginin kemikleşmiş bir yapıya sahip olduğunu biliyorum. Köşebaşları (elebaşları tarafından) tutulmuş, yeniye, doğru düzgün iş yapana, yapacak olana yer kalmamış. İnsan, yani bir gazeteci, ki turizmin bu kadar içinden biri, sırf meraktan, kendi öğrenmek için araştırır cevap vermeden önce. Bunu soruya cevap vermek için harcanan vakit diye görmez, kendisine katkı olarak görür. Bilgi görgüsünü arttırmak olarak bakar ve üşenmez yapar. Buna zahmet etmeyene nasıl gazeteci denir bilemiyorum. (O sözümüz nereden çıkmış, koyuna benzetilmek de hiç hoş değil ama... Memlekette koyun olmadığından da değil, koyunlar çiğnenip keçiler baş tacı edildiğinden deniyor işte.) Mehmet Yaşin'in kim bilir kaç sene önce kendi deneyiminden yola çıkarak verdiği bilgilerin hepsi de yalan yanlış ve yanıltıcı. Ama Türkiye'de bunun farkına varacak pek kimse olmayınca da kimse bir şey diyemiyor elbet. Zaten aldıran da yok. Ben, aklı başında bir yazıya hasret kalmış durumdayım. **** Mektubuma cevap alamadım. Yani bir hafta önce yazdım, belki meşguldür eli değmemiştir, cevap vermeyi düşünüyordur ama bu vakitten sonra vereceğini sanmıyorum. Bu arada... İkinci dünya turumdan sonra çıkan haber orta sayfadan verilmişti ama altta kocaman reklamla ve manşette “Geceyarısı güneşi” vardı, kocaman bir güneş resmi ile. Çok bozulmuştum buna da. O zamanki editör Serhan Bey (Yedig) güya ahbabımdı, benim tanınmama destek vermek istiyordu, ki bunun için çaba da harcamıştır, ama yine aynı hayal kırıklığını yaşamıştım işte. Ona sordumdu, cevap vermedi o zaman. Birkaç yıl sonra yine sordum. “Hatırlamıyorum ama resimlerinizin kalitesi manşette kullanmak için uygun değildi,” diye bir sebep öne sürdü. Tabii bana göre bu bahane. Orta sayfada kullanılıyorsa manşette neden kullanılmasın? Büyük kullanılamıyorsa küçük resimlerle gittiğim yerlerden bir kolaj yap kullan, rotamın haritasını çiz kullan, ne yaparsan yap ama beni manşet yap. Cidden bunun lâmı cimi yok. Ben haberim, Türkiye'de manşetlik haberim. Nokta. Ha evet anlıyorum. Seyahat eki çıkarmak için acentalardan baskılar var, ne de olsa reklamvereni tatmin etmek zorundasın. Ermenistan yazısı yazdığımda Serhan Bey'in belki de kendini zor duruma sokarak büyük ve ünlü bir acentanın değil, benim yazımı yayınladığını biliyorum. Ama eğer siz baskılara boyun eğip, haber değeri taşıyan bir şeye değer vermiyorsanız, benim yerime gidip editörün acentalarca karşılanan dört günlük seyahatini manşet ve orta sayfa olarak kullanıyorsanız Sayın Ergin'in bahsettiği “Bağımsız gazeteciliğin en önemli güvencesi” lafınız boştur. Bunun adı satın alınmış gazetecilik veya satılmış gazetecilik olur. Hangisini tercih ederseniz... Serkan Bey'e (Ocak) yaşını sormuştum. Çok genç gösteriyordu twitter'daki fotoğrafı. Merak ederim ben, insanlar kaç yaşında ne yapmışlar diye. Bir ara harıl harıl besteci, ressam, yazar biyografisi okumuştum. Hepsinde de kaç yaşında neler yaptıklarına bakıp kendim o yaşta ne yapmıştım diye sorguladım. Serkan Ocak 4,5 yaşında bir kızı olduğunu söylemişti. Ben geç çocuk sahibi olduğum için insanlar kaç yaşında çocuk sahibi olmuşlar diye de bilmek isterim. Her neyse... Serkan Bey sorumu ters algılayıp “Yeterince hayat ve mesleki tecrübem var, endişe etmeyin,” diye cevap verdi. Ben de “Yeterince tecrübeniz olmasa o konumda olmazdınız zaten,” demiştim. Ama yanılmışım belki de. Bir pozisyona gelmiş olmak tecrübe ve bilginin göstergesi değil. Maalesef... Bu insanların tüm anti-profesyonelliklerine rağmen o pozisyonda tutulmaları ise daha acı tabii. Hayatta asıl önemli olan insanın kendisi ile yaşayabilmesi. Genelde herkes kendini iyi yüce ve haklı da görüyor tabii, bu insanlar da belli ki hiç rahatsızlık duymadan kendileri ile yaşayabiliyorlar. Toplumda da var olabiliyorlar. Onlara para ödeyen birileri de var. Hoş, çok da önemsemiyorum, önemseyemiyorum aslında tüm bunları. “Sosyal medyada yeni çılgınlık: Herkes kabinde elbise provası yaparken fotoğrafını çekip yayınlıyor” diye haber yapılıyor. Bunları okuyan insan var mı diyeceğim ama var herhalde. Bunlarla beslenen kalabalıklar da iyice aptallaştırılıyorlar. İnsanların aklı başında bir yazı okuyacak kapasiteleri yok ediliyor. Ne beklersin ki bunları yayınlayan bir kurumdan? Asıl bozulduğum, canımı sıkan şey Sedat Ergin'in Robertli oluşu sanırım. Nedense biz Robert Kolejlilerden çok şey bekliyoruz. Biz özeliz, biz farklıyız, biz her şeyin en iyisini en doğrusunu yaparız, biz sürüden ayrılmaya korkmaz, doğru bildiğimiz yoldan şaşmayız, düzeni değiştiririz, yeni yollar açarız, çığır açarız vs vs. Bu olgu aşılanır ve devam ettirilir okul dergilerimizle. Robertli olmakla gurur duyarız. Eh, haksız da sayılmayız, Türkiye'nin en iyi okulundan yetiştik ne de olsa. Ağır eleştirilerime maruz kalan Akbank'ın başında da maalesef bir Robertli var. Ve işte ben bir Robertlinin yönettiği kurumdan çok şey bekliyorum, böyle olayları onlara yakıştıramıyorum ve üstüme de alınıyorum. Ama işte belki okul ve eğitim çok abartılıyor veya belki her ne kadar iyi niyetli olsalar da, bir kurumun başında olan "başarılı" insanların bulundukları konum ister istemez onların davranışlarını şekillendiriyordur... Benim seyahate başlayacağım hafta Saffet Emre Tonguç daha yeni bir tura başlamış birilerinden bahsederek “Bu insanlara hayranlık duyuyorum,” diye yazıyor. Hürriyet Seyahat yazarlarının hiçbiri benim adımı anmıyor. Aylan'ın ölümü üstüne Gülben Ergen Hürriyet'te bir yazı yazmış. Şarkıcılığına, oyunculuğuna, sunuculuğuna bir şey demeyeceğim ama kusura bakmasın da ne söylediği anlaşılmayan, vıcık vıcık duygu sömürüsü bir yazı. Bu yazı yayınlanmış! Daha kimler gazetelerde televizyonlarda ahkâm keserken sağlıklı bebeğini hiç beklenmedik bir şekilde kaybeden, dolayısıyla da bir çocuk kaybetmenin ne olduğunu bilen bir kadın olarak, üç kere dünya turu yapmış ve seyahatin ne olduğunu bilen biri olarak, bu konular üstüne yıllardır okumuş ve düşünmüş biri olarak benim söylediklerime hiç yer verilemez mi? Sins of omission are as telling as sins of commission. Yani atlanan ve görmezden gelinen haberlerin günahı sahte ve yalan haberler kadar anlam taşır ve karşınızdakini ele verir. Beni görmezden gelmelerinin tek nedeni aykırı görüşlerim mi bilemiyorum. Belki korkutuyordur görüşlerim. Veya belki tavrımdır ama dediğim gibi, bu bir bahane olamaz. Tek bildiğim, bu gazetecilikte bir yanlışlık var. Kadının ise adı yok. Benim de adım yok. Varsın olmasın. Olmasın zaten. Bu bozuk dünya düzeni yüzünden pisi pisine ölen göçmenlerin adı yokken benim de adım olmasın. Bir tek Aylan'ın adı oldu, o da adı kaldı yadigâr... Not: Doğal olarak, insanlara Hürriyet Seyahat'i, hatta Hürriyet'i protesto etmelerini söylemek istiyorum. Ama tecrübelerim kimsenin de böyle şeylerle pek ilgili olmadığını söylüyor. Zaten bu yazıyı buraya kadar okumuş insan bulmak da zor. Ama ben Nasreddin Hoca'nın sözünü severim. Ya tutarsa?... Onun için yapayım. Lütfen bu yazıyı gerek e-posta ile gerek sosyal medyada arkadaşlarınızla paylaşın. Yazılı ve görsel medyada tanıdıklarınız varsa onlarla paylaşın. [email protected] ve [email protected] adresine “Gülin” başlıklı boş bir e-posta atın. Twitter'da @serkanocakkk ve @hurriyet adresine bu yazının linkini gönderin. Pazar günü Hürriyet alıyorsanız Hürriyet Seyahat'in üstüne büyük harflerle “GÜLİN” yazıp geri iade edin. Bunları benim için değil, dünyanın düzenini değiştirme yolunda bir adım olsun diye yapın. Halen, bu mevsimde bu soğukta, devrilen bot ve ölen çocuk haberleri çıkıyor. Bu ayıba son vermek için yapın. Not 2: Böyle bir şeyin bu ölümleri durdurmayacağını biliyorum elbette. (Hani öyle bir şeye inanacak kadar salak olduğumu düşünecek biri çıkarsa diye not düşeyim.) Ama söylediklerimin önemli olduğunu ve onları daha çok insanın duymasının buna doğru bir adım olacağını düşünüyorum. Medyanın da insanların düşüncelerini etkileyip kitleleri yönlendirmekte etkili olduğunu da düşünüyorum. (Bakınız http://www.gulin.world/saygi-ustune.html yazısının son “Düşünce, İfade ve Eylem” bölümündeki ilk madde.) Ve benim fikirlerimin, eğer ciddiye alınacak birinin sözleri diye yansıtılırlarsa hemen olmasa da bir sonraki kuşağın zihninde bir fark yaratacağını da düşünüyorum. Hayatımın şu noktasında kişisel olarak her açıdan tatmine ulaşmış durumdayım. Gayet güzel istediğim şeyleri yaparak, kızımla oynayıp kimsenin okumadığı yazılarımı yazarak keyif sürebilirim. Bunlar popüler fikirler değil, ortalık yerde söylediğinizde kafanıza taş yediğiniz fikirler. O nedenle bunları kafam devekuşu gibi kuma gömülüyken söylemek, yani pek fazla kişi tarafından duyulmamak işime geliyor. Veya söyledikten sonra kafamı kuma gömmek daha cazip benim için; yazdım oldu bitti, kendimi ortaya koymaya gerek yok. İnsanlarla muhatap olup dertsiz dünyama dert katmanın gereği yok. Dolayısıyla bir yerlerde sesimi duyurmaya çalışmak şahsen özellikle yapmak istediğim bir şey değil. Ama yapmaya itildiğim, kendimi mecbur hissettiğim bir şey. Birçok insan dünyayı iyi yönde değiştirmek adına farklı alanlarda uğraş veriyor. Ben de bu kadar gezmişsem ve bu gezilerin bana gösterdiği bir şey olmuşsa bunu paylaşmanın benim dünyaya ve daha iyi bir geleceğe yapacağım ufak katkı olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmak da boynumun borcu diye görüyorum. Not 3: Kocam halen Hürriyet Seyahat'e o röportajı vermeliydim diye düşünüyor. "Ortalıkta olurdun, başkaları da görür seninle irtibata geçerdi," diyor. O Halkla İlişkiler işinde ve sürekli gazetecilerle çalışıyor ama İngilizce'de dedikleri gibi "I kindly disagree," ona katılamıyorum maalesef. "Kendine saygısı olmayana kimse saygı göstermez" dedim. Eğer 8 ülke tamamladıktan sonra onların istediği gibi 8 fotoğraf ve sadece seyahat üstüne 8 soru-cevap röportaj verseydim ben kendimi, hadi ırzıma geçilmiş demeyeyim ama kullanılmış hissederdim ve bununla kalırdı. İkinci dünya turumda orta iki sayfada yazım çıktı da ne oldu? Kim ilgilendi? Hiç kimse... Bu daha da kötüsü. Üstelik, ben cidden aldırmıyorum tanınmaya. Dünyanın bu politik bölünmesi üstüne tek söz söyleyemeyeceksem, benim asıl önem verdiğim konuları değil onların ilgilendiği şeyi vereceksem bana ne faydası var? Ben sırf seyahat eden biri olarak yansıtılmak istemiyorum, bunca yaşanmışlığıma, tecrübeme, bilgi kültürüme kıymet verecek bir yer istiyorum. Şimdi onlar biliyorlar mı ne yaptıklarını, yanlış davrandıklarını, yaptıklarının gazetecilik olmadığını? Elbette biliyorlar. Vicdanları rahatsa da rahat olsun. Ben kendi inancıma aykırı davranamayacağım. Allah'a çok şükür artık para kazanma derdim yok. Onu kocam kazanıyor, ben de ailemi besleyip evi çekip çeviriyorum -bal gibi de ev hanımıyım işte, hiç gocunmuyorum. Arta kalan vakitlerimde de kendimce dünyayı kurtarmakla uğraşıyor, yazılarımı yazıyorum. Zamanı geldiğinde, Türk medyasında olmazsa dünyada bir şekilde yerini bulur söylediklerim elbet. Acelem yok...
0 Comments
Your comment will be posted after it is approved.
Leave a Reply. |
AuthorGülin De Vincentiis Archives
February 2016
Categories |