Hürriyet Daily News'te Eylül 2015 tarihli bir haberde “Hürriyet neden mülteciler, birçoğu çocuk, Yunanistan yolu üzerinde Ege sularında boğuluyorlar diye araştırmaya girişti. Cevap: Boğuluyorlar çünkü 'geri itiliyorlar,' çünkü 'kanlı bir ekonomi' yaratıyorlar ve çünkü onlara organize bir şekilde yeterince yardım etmiyoruz,” diyordu.
Üzgünüm ama cevapları yanlış. Sınır ölümlerinin tek ve tek nedeni vize denen şeyin varlığı ve insanların bu doğa kanunlarına aykırı uygulamaya olan kör inançları! Bunu söyleyen bir tek kişiye de rastlamadım. Göçmenler, bir yere bilet alıp uçağa atlayıp gidemedikleri için ölüyorlar. Nokta. Bunun onların durumundan faydalanan insan kaçakçıları ile filan alakası yok. Günah direkt olarak bu dünyayı yönetenlere ait, dünya çapında ırk ayrımcılığını onlar yarattılar, gerçek suçlular onlar. Nokta.
0 Comments
İyi ki seyahat ediyorum, dünyanın her geçen gün daha da kötüye giden halini dert etmekten gezdiğim yerlerin keyfini ne kadar çıkarabildiğim tartışmalı.
Dünya aynı şekilde dönmeye devam ettiği sürece hiçbir yerde gerçek güvenlik olmayacak. Yedi yıl önce “Sizi bilmem ama ben bir tarafta güvenlik teknolojisinin diğer tarafta saldırı taktiklerinin geliştirildiği bir dünyada yaşamak istemiyorum,” demiştim; maalesef aynen o dünyada yaşıyoruz ve her geçen gün daha da kötüye gidiyoruz. Her büyük şehrin yumuşak karnı ve kolay hedefleri o kadar çok ki... Mısır'da düş(ürül)en uçak ve Paris saldırısında gördüğümüz üzere günümüzün “güvenlik” önlemleri sahte bir güvenlik imajı yaratmaktan öteye geçemiyor. Oysa tepki yine aynı. “Bu bir savaş eylemidir. Acımasızca geri vuracağız.” Çözüm getirmek yerine her şeyi daha da içinden çıkılmaz hale sokan, dünyayı yaşanmaz hale getiren eylemler söylemler. Her yerde daha fazla “güvenlik” önlemi, daha çok noktada metal dedektör daha sıkı aramalar. Dünyada gerçek güvenliğin sağlanması ancak her şeyin bir şekilde tersine dönmesi, sınırlar, ülkeler, vatandaşlık, milliyet, hükümet kavramlarının sorgulanması ve silahlarla değil insanla, politikaca değil insanca konuşmanın sağlanması ile elde edilebilir. Her bir bireyin farklı düşündüğü, farklı algıladığı, farklı istekleri ve özlemleri olduğu bu dünyada bunu sağlamak ise mümkün müdür bilmiyorum ama en azından denenmelidir, dünya düzeninin değişmesi için tohumlar atılmalıdır. Ben elimden geleni yaptım ve yazdım, sitemde yayinladim, lütfen siz de tohumları saçmama yardım edin. Evet, seyahate başladım ve benimle ilgili başında bir satır haber yok! Yani ben bulamadım. İlkinde manşet, ikincisinde birkaç haber, üçüncüsünde sıfır ilgi! Gerçi böylesi daha iyi. Her dünya turuna başlangıçta “Acaba yapabilecek miyim?” endişesi taşıyorum. Şimdiki ne kadar “kolay” gelse dahi yolda her zaman başına bir şey gelme ihtimali var. (Normal gündelik hayatta olduğu gibi. Sadece normal hayatta “Acaba bugün de hayatta kalacak mıyız?” diye sorgulamıyoruz. Yani en azından “gelişmiş” ülkelerde standart hayatları olan bizler.) Dolayısıyla, dünya turunu tamamladıktan sonra haber olmak tercihim. Eğer o zaman da beni görmezden gelirlerse bakarız, bir durum değerlendirmesi yaparız.
Geçen hafta yazışırken Serkan Bey “Benim tek amacım insanlara bunu aşılamak. Seyahati sevdirmek” demişti. Benim tek amacım ise, siteme koyduğum sınırlar, vatandaşlık, güvenlik vs. ile ilgili fikirleri yaymak. İnsanların farklı şekilde düşünmeye başlamasını, o olmuyorsa bile sorgulamasını sağlamak. Yoksa kendi promosyonumu yapıp “Aman da bak ben ne harika şekilde geziyorum” demeye ihtiyacım yok. Zamanında kitabım satsın istiyordum, tanınmak istiyordum; herkes de “Aman da aman, medyada görünmelisin, adın çıkmalı” diyordu. Ben de uydum. Şimdi hiçbirine ihtiyacım yok. Ben yaptığımı biliyorum, bana yetiyor; kocam ve kızımla 3+1 kişilik küçük dünyamda da gayet mutluyum. Eğer o fikirleri yaymak gibi bir derdim olmasaydı bu geziyi de sessiz sedasız, kimseye haber vermeden yapar döner, hayatıma devam ederdim. Açıkça söyleyeyim, benim için bu gezi bir yem. Fikirlerimi yaymak için insanları oltaya çekmek. Muhtemelen onların hedef kitlesi benim hedef kitlem değil zaten. Yine de, kimin hangi yazıdan nasıl etkileneceği hiç bilinmiyor. İnsanları kışkırtmak da istiyorum. Ama görüyorum ki henüz bir yere varabilmiş değilim. Seyahatime bakıp “Ay ne harika,” diyen FB'de “like” edip yazdıklarımı okumayan insanlar beni ilgilendirmiyor. Nitekim, site istatistiklerine baktığımda durum hiç parlak değil. Kimseyi suçlamıyorum, on sene önce olsa muhtemelen ben de aynısını yapardım. Sadece, şimdi ihtiyacım olan, yazdıklarımdan heyecan duyup fikirlerimi destekleyecek insanlar. Ve biliyorum... Bir gün telefonum çalacak, hattın diğer ucunda “Bunları yayalım,” diyen biri olacak. Göçmenlerin dramlarına hassasiyetim Aylan'ın fotoğrafını gördüğümde başlamadı. -Sınırlar ve vatandaşlık ve vizelerle ilgili uzun süreden beri sorunum var.- Ve birkaç gün veya hafta sonra bitmeyecek veya unutulmayacak. Bu ayrımcılıktan kişisel olarak çok az etkilendim. Ama o bile dünyanın bu düzeni ile ilgili görüşlerimi radikal bir biçimde şekillendirmeye yetti. Onların durumlarının uzağından yakınından geçmedim, ama çaresizliklerini iliklerimde hissediyorum. Maruz kaldıkları adaletsizliğe isyan ediyorum. O fotoğrafa baktığımda ağladım. Ve her düşündüğümde gözlerim sulanıyor, herkesin ortasında ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Benim de aynı yaşta bir çocuğum var- sanırım çocuğu olan herkes öyle hissetmiştir. Ama ben bir de hiç sebepsiz bir bebek kaybettim. Dolayısıyla o fotoğrafla tuhaf bir bağlantı hissediyorum. Aylan'ın ölümü Lavinia'nınkinden daha mı anlamlı? Tamam, Aylan'ın neden öldüğünü biliyoruz. Boğuldu. Ölüm sebebini bilmemiz bir şey değiştiriyor mu? Fark eder mi? Iyi ki annesi de ölmüş diye düşünürken buluyorum kendimi elimde olmadan. Anlamsız bir nedenle çocuğunu kaybetmenin kahrını yaşamadı.
Her yerde ilanlar görüyorum, gerçek anlamda reklam değiller. Ama para toplamaya çalışıyorlar. şu şu kurum göçmenlere yardım ediyor. Bir şey yapıyor olmaları iyi bir şey elbette. Ama başka bir şey de olmalı. Başka bir koldan ilerleyen, bunları kökünden değiştirmek için uğraşan bir örgüt. İnsanlar kendilerini yardım melekleri olarak görüp “Onlara daha çok yardım etmeliyiz, bunu yapabiliriz” demeyi bırakmalılar. Sınırları sorgulamaya başlamalılar. Bildiğimiz şekli ile vatandaşlığı sorgulamaya başlamalılar. Vizeleri sorgulamalılar. Kısaca statükoyu sorgulamalılar. Bunlara karşı seslerini yükseltmeye başlamalılar. Ve hayır, sadece mülteciler değil, tüm göçmenler için geçerli bu söylediklerim. Yakında bu dünyada var olmaya yasal hakkınız var mı diye sorgulayacaklar. Allah'ın doğmanıza izin veren evrakları görmek isteyecekler. Yani eğer Allah öyle evrak imzalıyor olsaydı şimdiye kadar kesin yapmış olurlardı bunu. Buna eminim. Eğer Allah'a başvurabiliyor olsalar yapmışlardı.
“Dışarı çıkmak için doğru evraklarınızın olması yeterli değil, buraya doğru evraklarla geldiğinizden emin olmak istiyoruz,” diyorlar. Çıkıştaki pasaport kontrolde Rusya Türk vatandaşlarından vize istemediği için doğal olarak elimizde Türk pasaportlarımız vardı Lara ile. Pasaport kontrol görevlisi benim vizemi sordu. Rusya için vizeye ihtiyacımız olmadığını söyledim. Bazen komik oluyorum. Elbette onu sormuyor. Rus vizesinden ona ne? İtalyan vizemi soruyor. Onun ülkesine yasal olarak girip girmediğimi kontrol ediyor. Vatandaşlığım olduğunu söyledim. Elbette onun için kimlik göstermek zorundaydım. Bilemiyorum... Sadece ben miyim? Bir noktada bir adamın oturup insanlar yollarına gidebilir mi diye her insanı durdurmasını gülünç buluyorum. Onlar için iş, anlıyorum; ama acaba ne işe yaradıklarını, bu Dünyada neye hizmet ettiklerini hiç sorguluyorlar mıdır diye merak etmekten kendimi alamıyorum... Check-in'e gelirken ciddi strese girdim bir anda. İçime bir şüphe düştü, ya Rusya için vizeye ihtiyacımız vardıysa?! Yani ihtiyacımız olmadığını biliyordum, kontrol etmiştim, ama gerçekten kontrol etmiş miydim? Hatırlamıyordum. Uzun zaman önceydi ve son altı ayda düşünecek, takip edilecek o kadar çok irili ufaklı detay vardı ki. Son zamanlarda kontrol etmemiştim, ya kuralları değiştirdilerse ve şimdi vizeye ihtiyacımız vardıysa? Olur biliyorsunuz. Kuralları değiştirip duruyorlar. Doğa kanunları gibi değil insan yapımı kurallar; kaprisli, yukarıda bir makam işgal eden birine bağlı. Neyse ki iş bir nesnenin yere düşmesine geldiğinde bundan endişelenmemiz gerekmiyor. Bir şeyi düşürürsek aşağı düşeceğini biliriz. Bundan hoşlanmayabiliriz tabii. Kıymetli bir şeyimizin kırılmasından hoşlanma zorunluluğumuz yok. Ama bir şeyin her seferinde aşağı düşeceğini bilmek, kuralın değişmeyeceğini bilmek, her seferinde ne olacak diye görmek zorunda olmamak teselli edicidir. Öngörülebilirlikte teselli vardır. Şey, kuantum fiziği bunun olabileceğini söyler, kırılmış bir yumurtanın tekrar kırılmamış olabileceğini. Ama henüz birinin buna tanık olmuşluğu yok!
Peki ya bagajlar? Evde tarttık ama ya tartımız yanlışsa ve ekstra bagajımız varsa? Eh... O çok sorun değil. Sadece para meselesi. Bedelini öderiz, yolumuza gideriz. Vize problemi ise ciddi. Carlo'nun vizesi var. Rusya İtalyanlardan vize istiyor. “Başvururken Türklere vize gerekip gerekmediğini sordun mu?” diye sordum. “Hayır, sadece kendi işimi yaptım, o senin işindi,” dedi. Kocam benim gibi değil, sorular ona doğal olarak gelmiyor, bilgi almayı, çifte kontrol etmeyi bilmiyor. Her neyse, eğer sorun olursa o uçabilir. Biz Lara ile geride kalırız. Acaba Rus Konsolosluğunun acil servisi var mıdır? Pazartesi başvurup salı vizeyi alıp havaalanına yollanıp gece yarısından evvel Trans-Sibirya trenimize yetişebilir miyiz? Ya yapacağımızı söyledikten sonra yolculuğa başlayamazsak bile?! Tamam, fazla kendimizi kaptırıp senaryolar yazmayalım onlar bize bir şey demeden önce. Kontördaki kadın bir şey diyecek mi onu görelim hele.: sonra düşünürüz. O kadar çok şey bir tek şeye bağlı olunca, her şey domino taşları gibi devrilebilecek olunca strese girmemek zor. Ve bu sıra bir türlü ilerlemiyor! Bir şey olmadı. Sorunsuz yaptık check-in'imizi. Komik... Lara'nın çantasını hazırlamanın en kolayı olacağını sanıyorum. Her şeyini bir çantaya tıkacaktım, olup bitecekti. Ha ha ha! Keşfettim ki tahmin ettiğimden çok fazla şeyi varmış kızın. Pazara gidip 50 sent veya bir avroya bir şeyler bulunca abartıyorsun anlaşılan. Küçük gelen şeyleri boşuna taşımış olmamak için her şeyi giy-çıkar oynadık. Neyse ki iş birliği yaptı kızım. Onca giy-çıkarın daha zor olmasını bekliyordum. Ama önemli bir nokta saptadım: Çok sevdiği veya sevebileceği bir şeyi giydirmemeye dikkat etmelisiniz. Onları en sona saklayın. Aldığımda büyük olan, daha önce giymediği kışlık bir elbiseyi giydirdiğimde eteğini döndürmeyi sevdi ve çıkarmak istemedi. “Bununla dans edeceğim,” dedi. Dönüp dönüp durdu, uyduruk şarkılar söyledi. Bir süre sonra “Tamam, hadi gel artık,” dedim, “Daha bitmedi,” dedi. “Sıcak, o kış için,” dedim, “Üşüyorum,” dedi. Hava en azından 30 derece. Ve tabii ki kışın soğuğunda da fanle ile dolaşıyordu sıcakladığını söyleyerek. Her şey görünüş için! Tam bir kız. Babasına çekmiş... kendini beğenmişliği. Her neyse... Koca bir yığın kıyafetle baş başa buldum kendimi. Çekmecelerde o kadar çok görünmüyorlardı. Ama bir kere çıkarınca... Benim dolabımda şu an ne kadar çok eşya olduğunu düşünmek bile istemiyorum! Sorun şu ki... Bir zamanlar bir şeyleri vermek o kadar kolaydı, şimdi tutmaya meyilliyim. “Körle yatan şaşı kalkar” dedikleri bu mu oluyor? Ama neden kocam şaşı kalkmadı? Neden ben ona benzedim? Onunla tanıştığımda ne güzel en aza inmişti esyalarim. Sonra birlikte gezerken bir şey gördüğümüzde Carlo “Ah bu güzel. Ah şu güzel,” demeye başladı. Tamam, bir İtalyanla evlenmişsin, annesi terzi, modaya meraklılar. Harika kocamı memnun etmek için satın almaya okey demeye başladım. Sonra iş kontrolden çıktı. Genelde çıktığı üzre... Kendimi her türden bir düzine ceketle buldum. Oysa önceden iki tane vardı: Biri kışlık, diğeri baharlık. Bunun üzerine kocama hatirlattim: “Dünyada bir sürü güzel şey var, hepsini biriktiremezsin. Eğer bir şeye ihtiyacın yoksa, ancak 'Ah bu çok harika, onsuz yaşayamam' dersen satın alırsın.” Biliyorum... Sadece kocam yüzünden değil. Burada inzivadayım. Herkesten uzakta, şehir yaşamından uzakta. Çıldırtıcı kalabalıktan uzakta... Neredeyse üç yıl boyunca eve tıkılı kaldım, bir buçuk sene gece-gündüz üstümü değiştirmedim. Haftada bir yıkanıp yeni bir şey giyebilirsem kendimi mutlu addediyordum. Uykusuz geceler bitmiyordu bir türlü. Sonra, yavaş yavaş, kendime gelmeye başladım. Bu yaz, kızımla kendi başıma dışarı çıkmayi başarabiliyordum. Carlo motosikleti aldığı için de araba bana kalıyordu. Her hafta pazara gitmeye basladim. Gezme olsun diye. İnsan içine çıkayım diye. Dışarı çıkmaya başladım derken satın almaya başladımı da kastediyorum. Öylesine ucuzlardı ki, bir kahve parası, yarım litre süt parası. Bu arada Lara için hiç mama, yapay süt, biberon filan kullanmadım. 38 ay emzirdim. Dolayısıyla biraz para harcayabilirdim. Ve öylesine şirinlerdi ki! O renkli desenli elbiseler, etekler, gömlekler. Çok zaman kıskandım ve neden büyükler için de benzer şeyler üretmediklerini düşündüm. İyi bir iş fikri. Bu fikri benden alan bana telif öder mi lütfen? Azıcık yeterli. Dünya turları ne kadar çok şeyimiz olduğunu ve aslında ne kadar aza ihtiyacımız olduğunu görmek için bahane. 3. Dünya turu planımdan haberdar olan Hürriyet Seyahat editörü Serkan Ocak bana dedi ki: “Siz şimdi gidin bir, en az 8 ülkeyi gezin, sonra bize özellikle çocuğunuzun olduğu 8 fotoğraf gönderin, biz de 8 soruluk 4000 vuruşluk standart gezgin söyleşimizi yapalım sizinle. Bir seyahat gazetesi olarak bizim için haber değeriniz bu kadar.” (Son cümleyi ben ekledim elbette ama öncekilerden çıkardığım otomatik sonuç buydu. Başka bir sonuç çıkarabilen varsa beri gelsin.)
Ben de salak salak “Gülin Hanım, madem cumartesi yola çıkıyorsunuz sizinle hemen bir röportaj yaparak bu gezinin haberini bu pazar manşet yaparak verelim. Sonra da bize yolda birkaç gezi yazısı yollar mısınız?” demesini beklemiştim. İşte salaklık bu kadar olur. İyi ki de medyayla haşır neşirliğim var. Hiçbir şey öğrenmemişsin kızım. Kendilerine Hürriyet Seyahat yerine Hürriyet Turizm deseler daha doğru olacak kanımca. Çünkü maksat seyahatten çok turizm acentalarına gelir sağlayacak mekanları tanıtmak. Bunda da kötü bir şey yok ha! Yapacaklar elbet, onların varlıkları da dergiye reklam veren turizm şirketlerine bağlı. Eleştirdiğimden değil. Ama sözcüklere saplantılı bir “yazar” olarak adların doğru konmasını, tanımların doğru yapılmasını çok önemsiyorum. “Benimki kendini beğenmişlik” diyeceğim ama siz deyin, ben kendime yediremiyorum. İlk seyahatim de, ikincisi de başkalarının yaptıklarından çok farklı seyahatlerdi. Şimdi yapacağım tur da keza öyle. Ve bu Türkiye'de değil, dünyada sıra dışı olan bir şey. Yani ben öyle görüyorum. Dünyanın etrafında üç kere dolaşmış, hoş, yapmadım daha ama niyetlenmiş, üstelik hepsini farklı şekillerde dolaşmış kaç insan var sonuçta? Ama benim Hürriyet Seyahat'te yerim ancak üçüncünün yarısına gelip 8 ülke dolaştıktan sonra yarım sayfa resim, üç-beş satır yazı! Kendi başına, plansız iki dünya turu yapmış bir Türk kadını olarak bu kadar az mı tanınmalıydım? Hürriyet Seyahat'in başındaki editör bile, seyahate meraklıyken, bu işin ve medyanın içindeyken, yanlış anlamadıysam daha yeni haberdar olmuş yaptığım seyahatlerden. Belki adımı ilk defa duymuş. Kimler tanınıyor Türkiye'de, kimlerin ismi, kimlerin her yaptığı her söylediği biliniyor? Ayşe Arman Saffet Emre Tonguç'la röportaj yapıyor ama beni layık görmüyor. Pucca köşe yazarı olmuş. Olsun, olsunlar elbet. Yapsınlar. Kendi kendilerine oynasınlar oyunlarını. Ben son yedi yılda yaptığım gibi uzak durayım yine en iyisi. Tam bunu yazdıktan sonra kızım “Anne, benimle oyna” dedi. O biliyor annesinin yapması gerekeni. Ondan daha güzel oyun arkadaşı var mı dünyada! *** Not 1: Bu yaziyi yayinlamadan once Serkan Beye gonderdim, soyleyecek bir sozu olur mu diye. Cevap vermedi. Not 2: Isim vermekten hoslanmam ve genelde yapmam da, ama bu sefer iki ornek verme ihtiyaci duydum. Ilk fotografı kocam cekti, ikincisini ben. O arkadan bakiyor, kalin ayakkabilari ortaya hafifleri kenara dizmis. Ben onden bakiyorum, kalindan inceye dogru dizmisim. Zitligimiz, dusunce bicimimiz, hayatin hemen her alaninda boyle. Neyse ki dogrusu-yanlisi yok ve bu cogunlukla birbirini tamamlamak anlamina da geliyor.
“Onun en temel hayali de dünyayı gezmek değildi, biliyor musunuz? Onun çok başka bir hayali vardı. Çok denedi, çok uğraştı, olduramadı! Gerçekleştiremediği bu hayalin yerine, onunla el ele giden bir başka hayali hayata geçirdi. Olay bundan ibaret,” demişim bir de. Bak işte bunu biliyorum. Neydi o oldurmak istediğim hayal? Hep istediğim, özel biri idi. Ve o özel biri ile dünyayı gezmek.
“Emin misin benimle dünyayı gezmek istediğine?” diye sordu Carlo. Eminim elbette. Beni ufak tefek şeylerle sinir edeceğini bilsem bile... Onun bana katlandıklarının ve benim için yaptıklarının yanında hiç önemi yok. Varmış demek bir bildiğim. Bu noktaya geleceğimi biliyormuşum. Ve ulaşmak istiyormuşum. Aha şimdi ulaştım, bakalım boyum ne kadar uzayacak, uzayacak mı? |
AuthorGülin De Vincentiis Archives
February 2016
Categories |