Eski dosyalarımda bir şey ararken kitabımın yayınlanma dönemindeki günlüklere denk geldim. İş Kültür'ün anlaşmamızı yerine getirmeyeceğini söylemesinin ardından İnkılap'la görüşmelerim de çıkmaza girmiş durumda; onlar sözleşmeye kitabın basım tarihini koymak istemiyorlar bir aksilik olur filan diye, fotoğrafların renkli olacağını koymak istemiyorlar “Bunlar detay” diye. Ama benim sütten dilim yanmış bir kere. İş Kültür ki çok güvenilir bir kurumdu gözümde, hep renkli diye konuştuktan sonra bana haber vermeye dahi gerek duymadan “S-B ve sona” diye yazmışlar. Yani hem Siyah-Beyaz hem de sonda olacak fotoğraflar, metin içinde dahi değil. Renkli fotoğraf baskı maliyetini arttırıyor tabii. Onlar yayınevi olarak buna girmek istemiyorlar, ben yaptığım “biricik” dünya turunun siyah-beyaz fotoğraflarla yayınlanmasını kabul edemiyorum. Tıkanmış durumdayız. Günlüklerim hep ya sponsor bulmam gerektiği ya da bu işi unutacağım söylemleriyle dolu. Bu noktadayken sonunda nasıl oldu da İnkılap'la sözleşmeyi imzaladım merak ettim doğrusu :) Hiç hatırlamıyorum çünkü! İnsanın kendi geçmişini öğrenmek için merakla kendi yazılarını okuması da ilginç bir deneyim. Sırf bunun için herkese günlük tutmasını tavsiye ederim. Hafızanın ne kadar yanıltıcı olduğunu görmek için de birebirdir. Her neyse... Bir süre daha aynı serzenişlerimi okuduktan sonra aradığım günün günlüğünü buldum. 11 sene önce bugün... Şöyle yazıyordu:
13 Ocak 2005- Bugün çok komikti. Hasan’la sıkı pazarlıklar sonucu anlaşma imzaladık. Ben 2000 satıştan, yani ilk baskıdan sonrası için daha fazla telif vermesini istiyordum ama o gidip 4000'in üstüne % 11 yapmış, sözleşmeyi basıp bana getirmiş. Bunun çok az olduğunu söyledim, üstelik KDV hariç değerdendi. Sonuçta İş Kültür'le daha iyi bir anlaşmam varken bu hoşuma gitmemişti. Hasan kendinden çok emin “Hiçbir yerde telif KDV dahil fiyat üzerinden verilmez, neden KDV’nin telifini versin sana?” dedi. Tesadüfen İş Kültür anlaşması yanımdaydı, çıkarıp koydum önüne. Baktı, “Yanlış yazmışlardır, vermezler onu” dedi adam iyi mi? :) Yahu koskaca İş Kültür, herhalde sözleşme yazmasını biliyorlardır, kendi hazırladıkları sözleşmeye de uyuyorlardır. “Ben bir kitabı çok basmak istediğimde bir puan fazla veriyorum,” dedi Hasan. Aslında o anda daha atik olmalı ve benim kitabımı da basmak istediğini görerek yüklenmeliydim ama o zamana kadar fazla bile zorlamıştım, ayrıca başta azı kabul etmişim sonradan daha fazlasını istemek hoş kaçmaz. Fakat ilk baskıdan sonrası ayrı bir konu. Sonrasını anlaşmaya yazarsın da yazmazsın da diye çekiştik. Sonunda “İyi hadi 8000'in üstüne % 13 vereyim, onu da yazayım” dedi. Bari % 15 versin! “O zaman bizim kadar para kazanırsın” dedi bu sefer iyi mi?! :) Yahu Türkiye kriterlerine göre çok satan bir kitap yazmışsam onlar kadar para kazanayım zaten! Kaldı ki onların kitabevleri de var, fazlasıyla kazanacaklar. Ne memleket yahu! Bunun üstüne “Sen hiç elini taşın altına koymuyorsun ama” dedi. Ben de “İyi koyayım” dedim, “İlk baskıdan bana telif verme.” Hasan hayretle yüzüme bakıyor. “Hiç böylesini de görmedim.” E görmemiştir, ben özelim zaten :) “İlk baskıda hiç verme, sonra % 15 ver,” dedim. Eline kağıt kalemi aldı bir hesaplar yaptı. “O zaman 7-8000 baskıda aynı parayı alırsın,” dedi. E iyi. Bana göre hava hoş. O da zaten daha fazla satacağına inanmıyor, neden yapmıyor ki? “Yok, ben kabul edemem, satmazsa hiç para almazsın,” dedi. Yahu ona ne? Zaten satmayacaksa benim umurumda değil, gidip başka iş yapacağım. Ben ya yazar olacağım, çok satacak ve bundan para kazanacağım ya da vazgeçeceğim. Tek baskıdan elde edeceğim üç kuruş da önemli değil. Hasan yine yüzüme hayretle bakıp “Sen hangi galaksiden geldin?” diye sordu :) Ardından “Sonra beni kandırdılar dersin,” dedi. “Sen demesen bile kötü niyetli bir medyanın eline geçer, bu kızı kandırmışlar der.” Yahu ne alakası var? 35 yaşında insanım, altına imza atmışsam kabul etmişimdir, kime ne, kimi kandıracaklar veya kim böyle aptalca bir iddiada bulunabilir? Neyse... Yapmadı adam resmen! Yine de en azından sesimi çıkarmış olmak iyi geldi. Tabii birinin dinlemiş olması da. ****** Diyeceğim o ki... Kitabı bir okumadan geçirmeden hataların suçunu bana atmışsa da Hasan Öztoprak iyi bir editördü. Konuşulabiliyordu. Eleştirenleri olduğunu biliyorum ama benim gözümde adam gibi adamdı. İlk yazarsın diye seni küçümsemiyor, o editör diye kendini havada görmüyor ve sana insan gibi davranıyordu. Veya belki bana inanmıştı. Bir tek kitapla kalacak olsam basmayacağını ama benim daha yazacağımı düşündüğünden kitabımı bastığını söylemişti. 11 sene olmuş. Bir de çocuk kitabım yayınlandı, o kadar. Yazın dünyasında pek bir yere geldiğim söylenemez. Ama halen umudum var! Nasıl bir umutsa bu. Seyahat gibi. Karşına çıkan güçlüklere rağmen devam ettiğin bir yol. Bir yere varmak da önemli değil sanırım, aslolan yazmak. Bir buçuk sene oldu sanırım. Yazdığım ama çekmecemde duran küçük kitabı gün yüzüne çıkarma zamanı geldiğini hissedip bir-iki yere göndereyim demiştim. İletişim'in sayfasında “Lütfen dosyanızı gönderirken size ulaşabileceğimiz posta adresi, e-mail adresi ve telefon numarası bilgilerinizi eklemeyi unutmayınız,” yazıyor. Ve ben “Bak unutmayayım, ayrı bir sayfaya e-posta adresimi ve telefonumu yazayım” dedim ama unuttum elbette! Beyin olumsuz emir almıyor. Birine "Pembe fil düşünme" derseniz düşünür. Düşünmemesi gereken şeyin üstüne çarpı koymak için önce düşünmesi gerekir. Motosikletçiler "Kendini kasma" yerine "Gevşe" diye telkin ederlermiş. Yapmak istemediğin bir şeyi değil, yapmak istediğini söyleyeceksin. İletişim'e sonradan ayrıca yazdım bunu, “bilgilerinizi eklemeyi unutmayınız” yerine “ bilgilerinizi ekleyiniz” diye yazarsanız daha iyi olabilir diye. Yapmamışlar. Kendileri bilir tabii. Bana da neyse? Ukala işte, herkesi düzeltecek, herkese “doğru”yu gösterecek kız! Tabii bu arada neden böyle büyük bir yayınevinin sayfasında “e-mail adresi” diyor o da başka ayıp bana göre. Herkes anlıyor tabii ama kardeşim “e-posta adresi” yazmak o kadar zor mu? Üstelik bazı kelimeler gibi Türkçede tuhaf duran kulak tırmalayan bir şey değil e-posta. Her neyse... Kocam zarfın üstüne ev adresimi yazmış tabii gönderirken ama bu çağda hiç kimse sana cevap vermek için mektup kullanmaz dedim. Niye zahmet edecekler? Önlerine yüzlerce dosya gelen bir yer. Hani çok beğenirlerse belki... Bir sabah pencereden dışarı baktığımda postacının posta kutusuna bir şey koyduğunu görünce dışarı çıktım. Çok iyi hatırlıyorum, güneşli ılık bir gündü. Bize hiç özel bir şey gelmez, -hoş, artık kime kişisel mektup geliyor ki?- hele bana hiç gelmez. Ya üst komşulara ya Carlo'ya olmasını bekliyorum. Zarfın üstünde kendi adımı görünce şaşırdım. Mektup İletişim Yayınları'ndan geliyor. Heyecanla açıp baktım. “Romanınızı genel olarak beğendim” cümlesini okuduğumda sevinçten havalara uçtum! Kitabı anı olarak göndermemiştim. Kimsenin sansasyonel hikaye diye üstüne atlamasını istemiyordum, o nedenle kimliğimi de gizlemiştim, edebi bir değeri olduğu için yayınlayacak bir yerle çalışmak istiyordum. Bir de gerçek olduğunu bilmeyen biri nasıl değerlendirecek diye merak ettiğimden tanımlamadan göndermiştim. Yazı stili hem kurgu hem gerçek olabilecek şekilde. Böyle bir yorum yaptıysa edebi bir değer görmüş olmalıydı Levent Cantek. Üstelik tamamen kadınsal ve annelikle ilgili bir hikayeyi bir erkeğin beğeneceğini hiç sanmamıştım doğrusu. Beğendiyse yaşadıklarımı iyi anlatabildiğimden beğenmiş olmalıydı, bu da çok kıymetliydi benim için. Elbette büyük heyecan yaptım. Hazır mıydım bu hikayenin paylaşılmasına? Ailemden gelecek tepkilere hazır mıydım? Kendimi ortaya koymaya hazır mıydım? Levent Beye güvenebileceğimi düşünerek kendimi açtım. Kim olduğumu söyleyip hikayeyi genel olarak paylaştım, kitabın bir üçlemenin parçası olduğunu söyledim. “İlgilenmiyorum,” dedi. Tamam ilgilenmesin de... İnsan bir dinler önce en azından. Bir kitabını, dolayısıyla yazısını beğendiğin bir kişi için öyle kesip atmadan “Önce bu kitapla ilgilenelim, diğerlerini bitirdiğinizde değerlendiririz” der en azından. Yani bu varsayılı olabilir ama karşındaki “İlgilenmiyorum” diye kesip attığında suratına bir kapı çarpmış gibi oluyorsun. Kaldı ki, kendi de yazar ve kendinin de üçlemesi var; başka bir yazarlarının kitabının da üçleme olarak tasarlandığı yazıyor İletişim'in sayfasında. Neydi bu sertlik anlayamadım. Levent Bey kendisi de bir yazar olmasına rağmen yazar halinden anlamadı. Gerçek bir hikaye olduğunu söylediğim kitabın içine kocamın eski sevgilisi ile karşılaşma ve benim onu kıskanmam gibi bir şey eklememi söyledi. Olayın yaşanmış olması, gerçekliği yansıtması önemli benim için. Ama kurguya da açığım, yeter ki hikayeye katacağı bir şey olsun. “Böyle bir kurgu ne derinlik katacak hikayeye?” diye sordum. “Böyle nesi eksik kitabın?” Cevap vermedi bana, veremedi veya... Dediği onu dinlemediğim, yani ben bunu onun sözüne sorgusuz sualsiz itaat etmek istememiş olmam diye tercüme ediyorum. Sonrasında ben de zırvaladım (biraz), kabul ediyorum. Böyle bir tavır beklememiştim ve de benim için çok hassas bir konuda bu kadar duygusuz bir tepkiyle baş edebilecek kapasitem yokmuş demek ki. Zaten böyle kişisel defansa geçtiğin zaman iletişimin sonu hep kötü bitiyor. Herkes onun hakkında çok iyi şeyler de söylüyor; yazın dünyasına genç yazarlar kazandırdığını, bu gençlerin ona çok değerli biri olarak baktıklarını biliyorum. Öyledir de muhtemelen. Arayıp konuştuğumuzda bana kitabın içindeki detaylardan bahsettiğinde ben de kendisine çok saygı duymuştum. Bir kitabı ciddi anlamda okuyup hatırlayacak ve o kadar kısa sürede size geri dönecek biri çok kıymetli. (Hoş... Diğer yayıncımın söylediği gibi hiç kimse de tüm gönderilen dosyaları sayfa sayfa okumuyordur, okuyamaz da zaten. Bir şeyler ancak değer görüp ilgisini çekmişse hatırında kalır insanın.) Öte yandan Levent Bey kusura bakmasın, söyledikleri cidden abuktu. Kitabım o haliyle basılır olmayabilir, yeterince iyi olmayabilir vs. Hepsi kabulüm. Sonuçta hangi kitabı basıp basmayacağına karar verme yetkisi onun. Öte yandan editör olarak yazara bir şey öneriyorsa, "Şunu ekle" diyorsa o eklentinin metne ne katacağını da söyleyebilmeli. Söyleyebilseydi düşünürdüm. Keza “Orhan Pamuk'un sizin yayınlarınızdan çıkan 'Saf ve Düşünceli Romancı' kitabında da belirttiği gibi, bir kişi kendi hayat hikâyesini yazıp sonra bu üçüncü şahsa çevrilip yayınlansa okuması farklı olacaktır,” dedim, kendisi yine bir yorum getirmedi, veya getiremedi. Ben böyle şeyler üstüne bir fikri olan birini bulmak istiyorum. Veya Hasan gibi, bir yazar olarak beni dinleyecek birini. Ciddiye alınmak önemli mirim. Küçümsenmemek, eşit olarak görülmek, saygı duyulmak, söz geçirmeye ve üstünlük kanıtlamaya değil de birlikte iyi bir iş çıkarmaya yönelik çaba sarf etmek. Ama işte gel gör de böyle bir kurum bul! Vardır elbet orada bir yerde. Siz gelip beni bulsanız ;) Ben Andromeda Galaksisi'ndeyim, sizden 2,6 milyon ışık yılı uzaktayım belki ama kapı komşunuzum!
0 Comments
Your comment will be posted after it is approved.
Leave a Reply. |
AuthorGülin De Vincentiis Archives
February 2016
Categories |