Nedir asabını bu kadar bozan Ahmet Hakan? İnsanların koyun gibi ağıllarda yaşamak istemiyor olmaları mı?
*** Gazetecilere takmış durumdayım. Bu sefer Ahmet Hakan. Eleştiriyi bırakayım dedim ama onlar benim yakamı bırakmıyorlar. Gazeteye neden bakıyorum, neden haberleri takip ediyorum bilmem. Okuyunca da cevap yazmasam olmuyor. (Benim cevabımı isteyen fikrimi soran olmamış olsa da fark etmiyor ;) “Sizin de asabınız bozulsun”, “Siz de sinirlenin” demek yeni moda mı bilmiyorum. Bir de bunları pazar günü yazıyorlar galiba özellikle. İşte Ahmet Hakan'ın 14 Şubat tarihli yazısı: “Müslüman bir mülteci neden Suudi’ye sığınmak istemez?” HEM Müslüman, hem Arap bir mülteci… Neden dilini konuştuğu, aynı dine inandığı insanların bulunduğu, üstelik de gayet müreffeh bir ülke olan Suudi Arabistan’a değil de… Yabancı düşmanlığını yükseldiği, neo-Nazi dazlakların at koşturduğu, camilerin kundaklandığı Almanya’ya sığınmak ister? * Hem Müslüman, hem Arap bir mülteci… Neden Arapça konuşulan, günde beş vakit ezan okunan, üstelik gayet şık ülkeler olan Katar, Bahreyn, Dubai gibi Körfez zengini ülkelere kapağı atmak için değil de… Minare referandumunun yapıldığı, İslamofobik dalganın kabardığı, düşünce özgürlüğü adına Peygamber karikatürlerinin yayınlandığı Danimarka, Fransa, İngiltere gibi ülkelere kapağı atmak için çırpınır? * Hem Müslüman, hem Arap bir mülteci… Neden kendisine kol kanat geren, kendisine ev sahipliği yapmaktan gayet memnun olan ve kendisiyle aynı dine inanan insanların çoğunlukta olduğu Türkiye’de kalmak yerine… Sınırların açılması söz konusu olduğu anda... Kendisini hemen İsveç, Norveç, İsviçre gibi ülkelere atmak ister? * Bu sorular var ya bu sorular… Benim asabımı çok bozuyor. Biraz da sizin asabınız bozulsun istedim.” Asabımı bozuyor cidden böyle yazılar. Esin Övet'inki gibi... ( http://gulinworld.weebly.com/blog-tur/cocuk-dovmek-ustune ) Ama yazarlarının istediği sebeple değil başka sebeple bozuyor. Çok “haklı” görünen bu tarz bilgiç yazıların “içi boş”luğu ve insanları kötü/yanlış yönlendirmesi asabımı bozan. İnsanları-kitleleri etkileyebilecek konumda insanların böyle tek taraflı yazıları. (Ahmet Hakan'ın “Tarafsız Bölge” diye program sunması da nasıl bir ironidir!) İnsanlar zaten pek düşünmüyorlar, insanlar zaten pek sorgulamıyorlar, bir de bu etkili ve “güvenilir” kişilerden onay alınca varın dinleyin siz kendilerinden emin karga-papağan korosunun yüksek perdeden konserini. Ahmet Hakan, ki bunca yıllık gazetecilik tecrübesi var, Türkiye’nin en çok güvendiği isimler anketinde beşinci sırada çıkmış, bu kadar cahil olabilir mi? Olabilir mi gerçekten? Eğer bu sorular kafana takıldıysa ve konuyla ilgili hiç okumadıysan bir araştırıver İnternetten. Kimse senden savaş alanına gidip hayatını tehlikeye atmanı beklemiyor, kamplara gidip insanların hayatını görüp konuşmanı dahi beklemiyorum. Ama oturduğun yerde bir-iki tık atıver de bir-iki saatini harcayıver böyle ukalalıklar döktürmeden önce. Sor sorunu Google'a, cevabını okuduktan sonra yorum yaz. Adam gibi bir analiz yap. “Cevabı yok” deme çünkü bugün İnternette her şeyin öyle veya böyle bir cevabı var. Arap kanalları ve gazetelerinin İngilizce edisyonları var. (İngilizce biliyorsundur sanırım, bilmiyorsan da tercümanlar da var İnternette.) Bu soruları soran ilk ve tek sen değilsin. Başkaları da sormuş, birileri de cevap vermiş. Oku onları, düşün ve sonra yorum yaz. Hoş, zaten sen cevabı kendince vermişsin, insanların da belli bir sonuca varmasını istiyorsun, orası açık ama ayıp. Hadi kıçımızı kaldırıp onlar için bir şey yapmıyoruz, kendi konforlu hayatımızdan vazgeçmiyoruz ama bir de bu kadar haksızca vurmayın abalıya. * Bir kere bu insanlar o söylediğin ülkelere gidebiliyorlar mı? Çölü aşmak kolay mı? Gittiler diyelim güvenli mi? Mısır'a gidip oradan da kaçmak zorunda kalanları biliyoruz. Sırf Müslüman olmak yetmiyor, herkes bölünmüş, herkes birbirine düşman. Bak BBC'de “Why Syrians do not flee to Gulf states” (“Suriyeliler neden Körfez ülkelerine kaçmıyorlar?) başlıklı bir yazı var. (http://www.bbc.com/news/world-middle-east-34132308 ) Tam aynı soruyu sormuş seninle. Yazıya göre Suriyeliler turist vizesi veya çalışma izni ile bir Körfez ülkesine gidebiliyorlar. Ama masraflı ve kolay değil. Ailesi orada olanlar için işler daha kolay ama bu ülkeler genelde vatandaşlık vermiyorlar veya çok zor veriyorlar. Bir forumda biri “Suudi Arabistan'da vasıflı yabancı bir işçi olarak çalışmanın ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz?” diye soruyordu. Kendisi cevap vermiş. “Oldukça zor. Hükümet çok baskıcı ve vatandaşlığa giden hiçbir yol yok.” Şu anda Suudi'nin birçok Suriyeli aldığı ve baktığı söyleniyor. (https://arabiainterculture.wordpress.com/2015/10/19/why-syrian-refugees-do-not-go-to-saudi-arabia/ ) Çok etkili ve uluslarası saygı gören bir Suudi gazeteci Jamal Khashoggi Suudi'nin trajedinin başından beri Suriyelileri aldığını, Suudi'de beş yüz bin kadar Suriyelinin olduğunu söylüyor. Bu konu üstüne yazılan yazılarla birlikte yorumları da takip ettim ben genellikle. Üşenmedim binlerce kişinin yorumunu okudum teker teker. Sırf insanların ne düşündüğünü, nasıl baktığını görmek, onları anlayabilmek için. Kimisi BM'nin Göçmen rakamlarını referans gösterip Körfez ülkeleri için “0” diyordu yorumlarda. Ben de sanmıştım ki haklılar. Meğer onun da bir açıklaması varmış. Suudi ve etrafındaki GCC (Gulf Cooperation Council) yani Körfez Arap Ülkeleri İş Birliği Konseyi üye ülkeleri 1951'de BM anlaşmasını imzalamamış, dolayısıyla uluslararası göçmen almak için özel bir hukuki/yasal yükümlülükleri yok. Buna rağmen o koca “0” Suriyelileri almadıklarını değil, bunları UNHCR'a (United Nations High Commissioner for Refugees) Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne rapor etmediklerini gösteriyor. Anlaşmayı imzalamadıkları için öyle bir zorunlulukları yok. Bu ülkelerde göçmen sayısının “0” gözükmesinin nedeni, gelenleri göçmen diye kaydetmemiş olması imiş; vize ile gelen turistler onlar. Suudi, Suriyeliler gibi Yemenlilere de açık uçlu vize uzatma hakkı tanımış. Çocuklarını getirmelerine de izin vermiş, devlet okullarına gitmelerine de izin vermiş. Suudi başka ülkeler gibi vizeleri bittiğinde onları kapı dışarı etmemiş, ama bunu ileride yapmayacağının garantisi yok. Kafalarına estiği zaman geri gönderebilirler bu insanları. Takdir edersiniz ki bu koşullarda istikrarlı, stabil bir hayat kurmak zor. Kimse sürekli yeni bir hayat kurmakla uğraşmak istemez. Hele de çoluk-çocuğu varsa. İki kere evlendim boşandım, birçok kere taşındım. Sonra İtalya'ya yerleştim. Hele başka bir ülkeye yerleşmek, evrak işleri -ki benimki bir vatandaşla evlendiğim için nispeten düz bir yoldu- o kadar zahmetli ki.: Canından bezdiriyor insanı. Kim ister her an atılabileceği bir ülkede sığıntı olarak yaşamayı? İtalyan vatandaşlığı alana kadar Allah korusun kocama bir şey olursa ne yapacağımın ağırlığını taşıdım. Öyle bir durumda Türkiye'de başımı sokabileceğim bir evim olmasını istedim. Ne zaman ki vatandaşlık aldım, bu manevi ihtiyacım kayboluverdi birden. Kim ister her an kapı dışarı edilebileceği bir ülkede sığıntı olarak yaşamayı? Almanya’ya İsveç'e gidiyorlarsa iş imkanı bulabilirler ve yerleşip yeniden kök salabilirler diye gidiyorlar. Kendilerine, kendilerinden önce çocuklarına bir gelecek inşa etmek istiyorlar. Bir gün dönmeyi düşünseler de bunun kararını ve zamanını kendileri verebilmek istiyorlar. Çok mu zor bunu anlamak? * Bak Avustralya Parlamentosu sayfasında “Destination anywhere? Factors affecting asylum seekers’ choice of destination country” (“İstikamet herhangi bir yer? Mültecilerin hedefledikleri ülke seçimlerini etkileyen faktörler”) diye bir araştırma sonuçlarını yayınlamış. ( http://www.aph.gov.au/About_Parliament/Parliamentary_Departments/Parliamentary_Library/pubs/rp/rp1213/13rp01 ) Çoğu zaman bu insanların seçme hakları yok. Olduğunda seçenekleri kısıtlı. Aman da “Bu sene Karayipler'e mi gitsem Maldivler'e mi? Yoksa Bodrum mu Marmaris mi yapsam?” diye seçim yapmıyorlar. Veya “Bu akşam da Taksim'de bla blaya mı gitsek, bilmem nerede mi takılsak?” diye düşünmüyorlar. (Yer ismi veremedim çünkü artık İstanbul'da yaşamadığım için moda lokalleri bilmiyorum, siz yerleştiriverin bir zahmet.) Rapora göre mültecilerin seçimlerini daha çok onlara yardımcı olan insan kaçakçıları şekillendiriyor. Kendileri seçim yapacak konumda olduklarında da aile-arkadaş çevreleri, sosyal bağlantıları ve ülkede insan haklarının olması, kanunun uygulanması gibi faktörler etkili oluyor. Çoğunlukla da tesadüfler yönlendiriyor onları. Yolda karşılaştıkları insanlardan duydukları, gazetede okudukları bir makale vs. kararlarını etkiliyor. Gerçek veya yanlış olabiliyor söylentiler. Kararları dinamik ve esnek. Her an değişebiliyor. Bir yere diye yola çıktıklarında zorluklarla karşılaşınca başka yere götürebiliyor yollar onları. Veya bir ajanla tanışıyorlar, karşılarına başka bir fırsat çıkıyor, rota değiştiriyorlar. Ben de gayet iyi bilirim. Dünya seyahatlerimi genelde öyle yaptığım ve hayatta yolumu öyle çizdiğim için. Tesadüfler ve çıkmaz yollarla karşılaşınca başka yöne saparak... Bu araştırmada açıkça ifade edildiği gibi... (“It is often assumed by politicians and members of the public that asylum seekers are attracted to certain countries because of favourable policies relating to the asylum process and economic support available to refugees. However, research into asylum seekers’ knowledge of potential destination countries reveals that this is rarely the case.) “Politikacılar ve halk (Ahmet Hakan'ın da yazısından çıkan sonuca göre yaptığı gibi) mültecilerin çoğunlukla mülteci işlemlerinde elverişli politikalar izleyen ve mültecilere sunulan ekonomik destek yüzünden belli ülkelere çekildiklerini varsayıyorlar./zannediyorlar. Ancak, mültecilerin potansiyel hedef ülkeler hakkında bilgilerine dair yapılan araştırma bunun nadiren böyle olduğunu ortaya koyuyor.” Çoğu mülteci zaten coğrafya olarak yakın yerlerde kalıyor, bir gün geri dönme ümidi taşıyor. Daha uzaklara, endüstriyel ülkelere gidenlerin son duraklarını da kendi tercihlerinden çok şans belirliyor. Araştırmalara göre birçoğu için kararı onlar adına insan kaçakçıları veriyor. * Dillerinin konuşulduğu, dinlerinin ortak olduğu Ürdün'e gitmişler, onlara kucak açan Türkiye’ye gelmişler. Peki neden Türkiye'de kalmıyorlarmış? Hiç mi konuyla ilgili okumadın hiç mi televizyonda röportaj dinlemedin yahu sen? Belki Türkiye’de yayın yok diyeceğim ama senin çalıştığın kanalda Cüneyt Özdemir tam da bunun üstüne bir program yapmış. Neden Türkiye’de kalmıyor bu insanlar? Ben sana söyleyeyim. Türkiye’de yaşam koşulları kötü, durumları nedeni ile sömürülüyorlar, ucuza çalıştırılıyor (normal bir işçinin ücretinin yarısına, hatta dörtte birine), sonra o üç kuruş paralarını bile alamıyorlar da onun için. Üstelik bu çok yaygın bir olay. Keza, üniversitede araştırma görevlisi iken devlet memuru olarak çalıştığım süre dışında Türkiye'nin en büyük kurumlarından bile paramı kolay kolay alamadım. Özel ders verdiğim öğrencilerden en zenginler, armatörler paralarını ödemedi. Her seferinde bir bahane bulup kaçtılar. Hesap makinemi dahi alıp gitti biri ve geri getirmedi. Bir sürü büyük turizm firması ile çalıştım. Bir miktar ödeme yaptılar ama ne kadarından yırtabilirlerse yırtmaya çalışıp hakkım olanı ödememek için yan çizdiler. Sonra Milliyet'le anlaştım, paramı hiç vermedi. Hadi Doğan grubu, sansasyon peşinde, beklenir onlardan dedim, kitabım için İş Kültür'le anlaştım. Eh, çok saygın bir kurum. Anlaşma imzalamış oldukları halde sözlerini tutmadılar, dava açmak zorunda kaldım. Ardından İnkılap'tan kitabım çıktı. İnkılap, Türkiye'nin en eski yayınevlerinden en büyük 5-6 yayınevinden biri. Anlaşmamız var, ödeyecekleri telif komik, cüzi bir rakam. Sembolik bir rakam. Ödemediler. Ancak ihtar çektikten sonra alabildim. Sonradan öğrendim ki bu bir tek bana mahsus değilmiş, birçok kişinin başına aynısı gelmiş. Zaten lanetli olduğuma inanıp bunların sadece benim başıma geldiğini düşünmüyorum, tam tersine çok yaygın bir davranış tarzı olduğunu düşünüyorum. Voyager deseniz öyle. Telif ödeyecek paraları yokken seyahat dergisi çıkarmaya kalkıyorlar. Cumhuriyet deseniz yazının ciklet kadar bile değeri olmadığına inanıyor ve bunu savunuyor. Hayır yazıma saygı göstermiş olsalar canım yanmaz. Bir de kırpıp kepaze edip yayınlamışlar. Ondan da telifimi ancak dava sonucu alabildim. Üstüne dünya kadar avukat ücreti ödeyerek! ( http://www.gulin.world/adalet-ustune.html ) Hürriyet Seyahat'teki yazılarım için komik telifleri tahsil edebildim ama o da editörle zaman içinde ahbap olduğum için ve elbette çoğu zaman defalarca paramı yatırmadıklarını hatırlatmam gerekerek. Ben bu ülkenin vatandaşı iken ve bu durumlara düşmüşken o insanlar ne yapsınlar? Keza İtalya'da da durum aynı. Buraya bir kamyonun tekerinde gelen bir Rumen tanıyorum. Tanıdığım en çalışkan ve iyi insanlardan biri; işini düzgün yapan biri. O da sömürülüp duruyor burada. Paralarını, haklarını, emeklerinin karşılığını vermeyen birinden nasıl tahsil etsin paralarını bu insancıklar? İsveç ve Norveç'te, İsviçre ve İngiltere'de işlerin daha düzgün yürüdüğünü düşünüyorlardır belki. Şanslarını yeni bir yerde, başka bir yerde, methini duydukları bir yerde denemek istiyorlardır. Çok mu zor bunu anlamak? Gelelim başka bir konuya... Çadırlarda kamplarda yaşam sence çok mu cazip? Daha ne istiyorlar değil mi? Canlarını kurtarmışlar daha ne istiyorlar? Onların yerinde sen olsan çoluğun çocuğun olsa onlara öyle bir yaşamı mı hak görürdün? Deneyecek tabii ki insan! Yaşam koşullarını kendisi ve ailesi için iyileştirmek için çabalayacak, daha da önemlisi çocuğunun daha iyi bir geleceği olması için çabalayacak. Yoksa hayatın ne anlamı var? Ölelim daha iyi. Pes edip hayattan vazgeçenler var elbette ama insan daha iyi bir hayat için daima mücadele veriyor, insan metanetli, insan azimli. “Çocuğumu alın, o okusun, ben Suriye'ye dönerim,” diyen anneden haberin olmadı mı? O anne ki canından ayrılmaya razı, yeter ki çocuğunun düzgün bir hayatı olabileceğini bilsin. Bunları gazetenin abartısı ve dramatizasyon diye de göremiyorum ben bir anne olarak. Eğer o koşullarda olsam ben de aynı şeyi söylerdim çünkü. Ülke seçiminde ekonomi elbette ki önemlidir. Neden olmayacakmış? Gerçek mültecilerin, yani kendi ülkesinden ekonomik nedenle ayrılmayanların dahi kendileri için en uygun hayatı kurmaya çalışmalarından daha doğal ne olabilir ki? Olabilir mi gerçekten, söyler misiniz bana? Haberler sanki herkes Almanya ve İsveç'e gitmek istiyormuş gibi gösterse de... Ki istiyorlar tabii yalan da değil ve gayet de doğal çünkü o ülkeler de o göçmenleri istiyor ve kollarını açıyor o ayrı ama rakamlara baktığınızda halen büyük çoğunluk Türkiye, Ürdün ve Lübnan'da. Bir gün Avrupa'yı sular seller basar veya ciddi bir doğal felaket yaşanırsa, -olur ya olur, kim biliyor geleceği?- Avrupalılar Afrika'ya Asya'ya veya Güney Amerika'ya gitmek istemeyecek mi? Birisi bir liste yapmış. İsveç'teki mültecilerin on misli İsveçli Finlandiya'da. Yedi misli İsveçli Arjantin'de. ABD'deki dört milyonun üstündeki İsveçli, nüfusun % 1,4'ünü oluşturuyor, İsveç'teki mülteci oranının 46 misli. Bu rakamları kontrol etmedim ama lütfen lütfen lütfen insan hareketini, yani göçü sadece Ortadoğu'dan Kuzey Afrika'dan Avrupa'ya veya Güney Amerika'dan Kuzey Amerika'ya sanmaktan ve öyleymiş gibi konuşmaktan yazmaktan vazgeçin! (Bakınız http://www.gulin.world/hayali-cizgiler.html adresindeki Alex Andreou hikayesi veya fıkrası.) Eğer soracaksanız neden bu Avrupalılar da yaşamak için oralara gidiyor diye sormanız gerek! Otursunlar oturdukları yerde! Hatta herkes doğduğu yerde kalsın, kımıldamasın! Gelelim asap bozukluğuna... Ahmet Hakan'ın bu sorularla demek istediği birçok kişinin papağan gibi tekrarladığı “Aaah Almanya ve İsveç'e gidip bedavadan yaşamak istiyorlar, devlet/başkaları onlara baksın istiyorlar, rahat/lüks hayat istiyorlar” filan herhalde. Böyle bir cevabı var sanırım bu sorulara. Onun için asabı bozuluyor. İnsanlar Suriye'de yan gelip yatıyorlar mıydı ki savaş başladığında “Fırsat bu fırsat, gidip Avrupa'da daha güzel yan gelip yatalım” diye mi düşündüler? Veya ekonomik göçmenlerin hepsi de tembel asalaklar, üç kuruşla yan gelip yatmak mı istiyorlar? Ben inanmıyorum buna, çoğunluk öyle üç kuruş sadaka ile yaşamayı değil çalışıp alnının teri ile beş kuruş kazanmayı tercih eder. Ama velev ki durum Ahmet Hakan'ın dediği gibi olsun. Sanki Suriyeliler koymuşlar bu kanunları. Sosyal yardım vs. Kimse kimseye yardım etmesin. Yok öyle bir zorunlulukları. Kim imzalatmış bu ülkelere bu mülteci anlaşmasını? Silah zoruyla mı imzalamışlar? Kuralları kanunları kendileri koyuyorlar, sonra beğenmiyorlar, işlerine gelmedi mi etrafından dolanmak için yollara başvuruyorlar. Önce kendilerini bağlayıp sonra kıvranıp duruyorlar. -Zaten koydukları şartlar göçmenler için de abuk. Neymiş efendim “Canlı olarak Avrupa'ya ayak basabilirseniz mültecilik statülerinizi değerlendiririz, yoksa uluslararası sularda yakalanırsanız botunuzu deler batırırız veya geri göndeririz. Statünüzü uygun bulmazsak da geri göndeririz.”- Vıyk vıyk edeceklerine.: İstiyorlarsa çeksinler imzalarını geri. Kimsenin savaştan kaçanlara da yardım mecburiyeti olmasın. Ama Kimsenin de kimseyi doğduğu dünya üzerinde bir yerden bir yere gitmekten alıkoymaya da hakkı olmasın! İnsanlar doğdukları dünya üstünde özgürce hareket edebilmeliler. Aksi insan doğasına aykırı, insan haysiyetine hakaret. Tabii Ahmet Hakan için çözüm olmaz bu. Onun için başka önerim var: Kimin nereye gitmesi gerektiğini sen söyle istersen. Böylece asabın bozulmasın Ahmet Hakan. Bütün yukarıda yaptığım açıklamaların hepsi de BOŞ aslında. Çünkü yanlış soruları soruyor Ahmet Hakan. Benim sorduğum sorular başka. Bir yere vize almak için gittiğinizde konsolosluklar banka hesap cüzdanlarınızı, kredi kart ekstrelerinizi, ev-araba mal varlığınızın belgesini istiyorlar sizden. Ülkelerinin kutsal topraklarına ayak basmaya layık olup olmadığınızı tespit edebilmek için. ( http://www.gulin.world/vizeler-ustune.html ) Fakirlerin durumları olduğu haliyle yeterince kötü değilmiş gibi, bir de ayrımcılığa ihtiyaçları mı var? Sadece zenginlerin, sadece imkanı olanların bir yerden bir yere hareket etmesine izin verilmesi kabul edilebilir bir adaletsizlik midir? İnsanın iş imkanlarının daha yüksek olacağı bir yere gitmek istemesinden daha doğal, daha “normal” ne olabilir? “Mutluluk Arayışı” Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin temel taşlarından biri değil mi? Ve bu evrensel temel bir hak değil mi? Değilse, neden değil? Bir insan, neden üstünde doğduğu dünyada istediği gibi hareket edemiyor? Neden sırf içine doğduğu hayali çizgi yüzünden dünya üstünde hareketi kısıtlanıyor? Bu nasıl bir ırk ayrımcılığıdır ve insanların beyinlerine nasıl işlenmiştir, nasıl derin dağlanmıştır ki bunca insan buna kör bir şekilde inanmaktadır? Asıl sorulması gereken sorular bunlar. Sorulması gereken en doğru tek soru da şu: Bir insanın dünya üstünde hareket alanı neden içine doğduğu hayali çizgi ile – ya gerçek anlamda kanlı bir savaş ya da mecazi anlamda kanlı politika ile çizilmiş hayali çizgi ile belirleniyor? İşte bu soru var ya bu soru… En çok da bu soru benim asabımı çok bozuyor. Ben sizin de asabınız bozulsun istemiyorum. İstediğim bu dünya çapında adaletsizliği görmeniz ve kabul etmeniz sadece. Değiştirmek için çaba harcamanızı dahi istemiyorum. Şu noktada sadece bunun çarpıklığını ve kabul edilemezliğini görün yeter benim için. Sizler bunu gördükten sonra bir sonraki aşamaya geçeriz. *** Not: Ha, nasıl ki ben sizin sorularınıza çok rahat cevap verebiliyorum, Ahmet Hakan'dan veya onun gibi düşünenlerden rica ederim ki eğer sizin bu sorulara benim sizinkilere olduğu gibi çok kolay ve size göre çok açık bir cevabınız varsa lütfen paylaşın da ben de sinir olmaktan vazgeçeyim. Ama bana ekonomik durum, bu kadar kalabalıkla baş edemeyiz filan demeyiniz. Yukarıdaki sorularıma cevap istiyorum. Ne sormuşsam ona cevap. Sınırları kaldırmanın, insanlara hareket özgürlüğü tanımanın dünya için daha iyi olacağından emin değilim. Yani böyle bir iddiam yok. Ancak bugünkü durumun, vize uygulamalarının ÇOK BÜYÜK ve KABUL EDİLEMEZ bir ADALETSİZLİK olduğundan hiç şüphem yok. İnsanların bir yerden bir yere gitmesini engellemek için kontrollere para harcamanın da çok büyük ÇARÇUR ve GERZEKLİK olduğundan da şüphem yok. Para dediğiniz nesne İNSANA harcanmalı. HAYATI ve DÜNYAYI daha güzel hale getirmeye harcanmalı. Zorluk çıkarmaya, birilerinin hayatını karartmaya değil. Ha diyeceksiniz ki “Teröristler var”, “Can korkumuz var”, ben de diyeceğim ki "Eğer parayı doğru yere harcarsanız böyle dertleriniz kendiliğinden yok olur zaten." Not2: Bütün araştırmalarınızı da bana yaptırmayın ya! Kişisel asap bozukluklarınızı paylaşın, can sıkıntınızı giderin, içinizi dökün diye mi para veriyor size gazeteler? Yoksa bedava mı yazıyorsunuz, sizi de sömürüyor mu gazeteler? Olsun, yine de bir iş yapacaksanız adam gibi yapın. Bana bunları araştırıp yazmam için para veren yok. Yine de yapıyorum. Yapacak işim de yok zannetmeyin sakın. Ev işlerinin ve kızımın dışında daha kitabımı bitireceğim ve kendime yayıncı arayacağım. Ama tabii o da asabımı bozuyor... Kusura bakmayın, isim vermek gerekiyor bu piyasada cidden... Mehmet Yaşin gibi kaç yıllık eskimiş püskümüş bilgisiyle ukalalık taslayanlara, Serkan Ocak gibi anti-profesyonellere ( http://www.gulin.world/gazetecilik-ustune.html ), Esin Övet gibi çığırtkanlara, Ahmet Hakan gibi iki satır düşünmeden “döktüren”lere maaş ödemeye hazır birileri varken ben para kazanamıyorum yazıdan. Pucca'ya da maaş ödeniyor mu bilmiyorum? Türk basını, Türk yayın dünyası kimleri “besliyor” ama ben Türkiye'nin en iyi okullarında okudum ve eğer kocam olmasa atalardan kalan olmasa aç açıktayım veya istemediğim bir işte sürünmekteydim. Not3: Çok daha kötü gazeteciler çok daha beter yazılar var mı? Var elbette. Ama onlar partizan ve "kötü"lüklerini gören göz görüyor zaten, görmeyen de fanatik futbol taraftarı gibi baktığından göstermeniz pek mümkün değil. Benim derdim bu tarz ilk anda "Ay ne haklı!" duygusu uyandıran ama hiç de haklı olmayan yüzeysel yazılarla. Hele de bunu bu kadar saygın bir gazeteci yapınca olmuyor. E olmuyor kusura bakmayın.
0 Comments
Dün bir komedyen seyrettim. “Çocukları olmayan insanların bilmedikleri...” diye bir gösteri yapıyordu. “Diyelim ki dışarı çıkacaksınız, çocuksuz bir çift ne yapar?” Yanındakine dönersin, “Çıkalım” dersin, önünü ilikleyip adımını atar çıkarsın. Veya benimki bir eşiniz varsa, “Ah telefonumu unuttum,” “Ah cüzdanım,” “Ah hava sıcakmış ceketimi değiştireyim” vs. birkaç kere eve geri dönüş sendromu yaşarsınız ve kapıda bekletilirsiniz ama sonuçta çıkarsınız.
Çocuklu bir çift nasıl dışarı çıkar peki? “Hadi kızım, gidiyoruz” diye seslenirsin önce. “Ben gitmek istemiyorum,” diye cevap gelir. “Hadi ama, çıkmamız lazım,” dersin, “Bak alışveriş yapacağız, şunu yapacağız” veya “Babaanne bekliyor” vs. “Hadi pantolonunu giy, üstünü giy, çorabını giy,” diye devam eden yalvarmalar. Bir şeyi on defa tekrar etmeden mümkün değil. Genelde önce rüşvetle başlarsın, “Bak sana da şunu alacağız,” “Bak arkadaşlarınla oynayacaksın,” “Bak çok eğleneceksin” vs. Sonunda gına gelir, tehdide geçersin. “İyi o zaman, sen kal burada biz gidiyoruz.” Yapamayacağını da biliyorsundur tabii. Ama cidden yapmak geçer içinden. Çok basit olması gereken bir şey işkenceye dönüşmüştür. En azından kapıyı çekip çıkmak istersin ki ciddi olduğunu anlasın, korksun ve gelsin. Ancak o zaman seni dinlemeye hevesli olur maalesef. Bıkarsın her seferinde bu oyunu oynamaktan. Yorucu, çok yorucu bir oyun çünkü. Kimi zaman tokat atmak güç kullanmak geçer işte öyle içinden. Ama güce başvurmak da çare değildir bilirsin, çünkü tekmeler ve çığlıklar eşlik edecektir buna. Ama işte bazen başka çare de kalmaz. Çıkmanız gerekiyordur, nokta. Başka insanlar, otobüs gemi uçak sizi beklemez. Hayatınızı küçük bir çocuğun kaprisine bırakamazsınız. Neyse ki bizde çok olmuyor böyle mecburiyetler. Ama olduğu zaman da bezdiriyor. Ah, özlemle bakarak “Bir gün ben de çoluk-çocuğa karışıp yuva kurmak istiyorum” diyen insanlar bunları bilmiyor tabii. Birtakım insanlar, ki maalesef artık çoğu insan da sosyal medyada hayatını hep şahane olarak resmediyor. Neden bilmem. Bir “Bak benim ne harika bir hayatım var” deme isteği. Seyahatin harikalığı ile göz boyama çabası ile benzer bir çaba. Evet, çocuğun da seyahatin de harika tarafları var. Harika taraflarının beter taraflara çok daha ağır bastığını da söyleyebilirim. Ama ikisi de öyle hep günlük-güneşlik değil. Lütfen ey insanlar, portreleri biraz daha gerçekçi boyayın. Bilmeyenleri yanıltmayın. Bazen ben hep kötü tarafından mı bakıyorum diyorum ama değil. Kızımın da gezilerimin de keyfini sürüyorum. Sadece genelde insanların itiraf edemediklerini, halı altına süpürdüklerini de ifşa etmek ve gerçekçi bir tablo çizmek istiyorum, o kadar. Yanıltmak kadar kötü bir şey yok dünyada diyeceğim ama var tabii. Yine de yanıltılmak gerçekten kötü bir şey. Bırakın insanlar bilsin... Seyahatin boktan tarafları olduğunu. Bırakın insanlar bilsin... Hayatınızın karanlık ve berbat yanları yönleri olduğunu. Bırakın insanlar bilsin... Sizin de insan olduğunuzu. Yine HaberTürk'ten biri. Esin Övet... Yeni yılın ilk pazarı “Ellerin Kırılsın Ey Kadın” diye bir yazı yazmış:
Dadılar dövüyor, azarlıyor o küçücük yavrucakları. Gizli kamera bunları ortaya çıkarınca isyan ediyoruz, deliriyoruz, çıldırıyoruz. “Çocukları güvenmediğiniz dadılara vermeyin” diye bağırıyoruz tamam da bunları yapan öz anne olunca ne diyeceğiz?.. Hiç güvenilmeyen öz anne olur mu? Kendi öz annesine güvenilmezse kime teslim edilir bu çocuklar?.. Bir kadın 9 ay karnında taşıdığı, emzirdiği, kokusunu içine çektiği yavrusunu nasıl döver? Nasıl kalbine vurur, nasıl beddua eder? Nasıl “Öl” der?.. Aklım almıyor. Almayacak. Zaten benim, boşandıktan sonra çocukları babasına bırakan kadınları da aklım almıyor. Konya’daki o kadının adını bile anmak istemiyorum. Ellerin kırılsın ey kadın! Çocuğu olsun diye uğraşan kadınlara ayıp, günah, yazık. O çocuğun geleceğine yazık. O çocuğu döverek bir cani yetiştiriyorsun ey kadın! Etrafta çok görüyorum, çok duyuyorum. Hatta çocuklarını döven kadınları uyarınca ben kötü oluyorum. Ama bundan sonra direkt şikâyet edeceğim. Direkt arayacağım polisi. O yavrucakları ağlatan pislik kadınların ellerinden alsınlar çocukları. Bazı kadınlar çocukları döve döve arsızlaştırıyor. Ağzım dolu dolu, çok acayip isyan ediyorum. Pazar günü sizler de okuyun ve sinirlenin. Etrafınızda çocuk döven kadın ya da adam varsa onları hayatınızdan çıkarın, hatta şikâyet edin. Pazar pazar okudum sinirlendim ben de! Ama çocuklarını döven annelere değil, böyle kendini bilmez, bir kahraman edasıyla “direkt şikâyet edeceğim, direkt arayacağım polisi,” diyen onun gibi densiz insanların, kalabalıkları galeyana getirmeye çağıran yazıların günlük bir milli gazetede yayınlanarak bu çöp fikirlerin çok insana yayılmasına benim sinirim. Bir “Hoop!” demek lazım! Biraz haddini bil. Ailelerinin elinden alınmaları onların hayrına olacak çok çocuk vardır eminim ama sen kim oluyorsun, veya polis/devlet kim oluyor da çocukları anne-babalarının elinden alıyor? Onların çocukları daha iyi yetiştireceği ne malum? Çözüm bu mu? Bence çözüm bu kadınları anlamaya çalışmak ve onlara destek olmak. Esin Hanıma şöyle bir e-posta yazdım: Sizin çocuğunuz var mı merak ettim. Varsa kendiniz mi yetiştirdiniz merak ettim. Evet, bir kadının kendi öz çocuğunu dövmesi, ona sövmesi, “Öl” demesi pek akıl alacak bir şey gibi durmuyor ama... Ama işte orada kocaman bir AMA var. Çocuk yetiştirmek kolay iş değil. Hele de sürekli maddi bir mücadele içinde olan, manevi olarak kocasından ailesinden destek bulamayan kadının işi iyice zor. Ben ki, çok harika bir kocaya sahip eğitimli bir kadın olarak, asıl önemlisi, ilk bebeğimi, tamamen sağlıklı bebeğimi kaybetmiş, kırkından sonra anne olmuş biri olarak... ki kızım da diğer çocuklara göre çok iyi bir çocuk diye bakıyorum, tüm bunlara rağmen bazen o kadar sabrımı zorluyor ki benim de içimden ona ciddi bir tokat atmak, kolundan tutup pencereden atmak geçti. Elbette yapmadım. Ama çocuk bir sabır testi, ömür törpüsü. Özellikle itiraz edip söz dinlememe evrelerinde daha da zorlayıcı oluyorlar. Mantıken laf anlatabileceğiniz bir yaratık değil çocuk, tutturdu mu tutturuyor, zaten yorgun ve bezginken sizi iyice zıvanadan çıkarabiliyor. O nedenle, kusura bakmayın, hiçbir kadın, çocuğunu dövmüş sövmüş olsa da sizin o bedduanızı hak etmiyor. Tam tersine, daha çok destek ve anlayış görmesi gereken bir insan demektir. Çünkü yeterince destek ve anlayış gören bir kadın ne kendi öz çocuğuna ne başka bir çocuğa zarar vermez. Bu kadar basit. Dışarıdan konuşmak kolay. Ben de kendimi üstün görebilirim çocuğuma hiç vurmadım, hatta hiç bağırmadım diye. Ama dürüst olmaz, çünkü bunların içimden geçtiğini, bunun da çok insani ve doğal olduğunu biliyorum. Bekleneceği üzere, cevap vermedi (veya ben cevap alamadım. Hangisini tercih ederseniz.) Üstünden bir ay geçti... Lara hasta. Sözümü de dinlemiyor ki iyileşsin. Öksürdüğünde balgam ağzına geliyor belli, “Tükür” diyorum, “Korkuyorum,” diyor. Yahu neyine korkuyorsun? O mikropların içinde kalmasından kork, dışında çıkmasından değil; vücudun onu atmak istiyor sen izin vermiyorsun. “Bir şey ye” diyorum, yemiyor. Nane-limon çay yapıyorum içmiyor. “Üstüne bir şey giy” diyorum giymiyor. “Uyu dinlen” diyorum uyumuyor. Tabii sonra dayanamıyor, gidip yatağa bayılıyor. İçim gidiyor, acı çektiğini gördükçe canımdan can koparılıyor. Elimden bir şey de gelmiyor. Ve çok kötü bir şey yaptım. Dedim ya hasta ve söz dinlemiyor, söylediğim hiçbir şeyi yapmıyor. Ondan sonra da ağlayıp sızlanıyor. Önce “Kendi düşen ağlamaz” dedim, “Kendi hasta olan da ağlamaz.” Söylediğimi yapmayan birini iyileştirmek nasıl elimden gelsin? Öksürüp duruyor, içim gidiyor. Sonra yine öksürünce “Öksür! Geber!” dedim. Deyiverdim bir anda! Ve ağzımdan çıkanı duyduğum anda kahroldum! Hayatta ASLA istemeyeceğim bir şey bu. Dile getirmiş olmak dahi korkutucu, kahredici. Oturdum ağladım. Kendime ağladım. Nasıl bu kadar yıpranmış olduğuma... İnsan nasıl, doğurduğu tüm kahrını çekerek büyüttüğü canından çok sevdiği bir varlığa böyle bir şey der? Bilinçli olarak demez elbet! Kızgınlıkla der. Bir özür değil tabii bu. Muhtemelen de annemden kaptığım bir söylem. Onun tarzını kopyalamak. Bu da bir özür değil tabii. Ama gerçek. Diyormuş demek ki insan. Hiç kastetmediği şeyler, kızgınlık anında ağzından çıkıyormuş. Kızgınlık da değil, asıl sebep korku aslında. Her ufacık hastalanmasında, belli etmesem de, korku ile ilaca sarılmasam da... -Nitekim bu yaşına kadar tü-tü-tü-tü, poposuna iki kez fitil dışında ilaç kullanmadı, yani ben vermedim, verdirtmedim.- öyle bir korkuyorum ki! Her an hiç beklenmedik bir şey olacak, bir anda ölmese de ne bileyim ben sağır kalacak, ciğerleri kalıcı zarar görecek filan diye korkuyorum. Ve bir de çaresizlik var tabii. Çaresizlik.: Çok berbat bir duygu. Onu iyileştirmek için bir şey yapamıyor olmanın çaresizliği. Yani amansız bir hastalık değil, elimden gelecek bir şeyler var, ama benim değil onun elinden gelmesi gerek, o da yapmıyor sinir oluyorsun. Onun acı çekmesine dayanamadığından, onu öyle görmeye katlanamadığından ve söz dinletemediğinden... “Aldırmıyorum sana madem” demek. Diyerek kendini rahatlatmaya çalışmak. Bunun doğru olmadığını bildiğin için de kendini boktan hissetmek. Söylediğin hayatta asla istemediğin bir şey olduğu için pişmanlık duymak. Allah bana kızımın acısını göstermesin. Bir tanesinin acısını gördüm, yetsin. Lavinia'dan bir sene evvel bir kalem kaybetmişim sonra bulmuşum. Ne özelliği vardı kalemin bilmem, belki kaleme değildi üzüntüm, sadece kaybetmeye idi. “Bana kaybettiğimde ağlayacağım şeyler verme” diye yazmışım defterime. Değerli şeyleri kaybetmek acı veriyor. O değerli şeye hiç sahip olmamış olmak daha mı iyi derseniz değil sanırım. Ama işte insan kendini acıdan korumak istiyor. Bazen mutluluklar pahasına... *** Dün akşam yemek yapıyorum, ocakta üç şey pişmekte. Lara “Makarna” diye tutturdu. Sürekli makarna yemesinden de rahatsızlık duyuyorum, biraz başka bir şeyle beslenmesi lazım ama zorla ağzına tıkmak da mümkün olmadığına göre yapacak bir şey yok. Arada bir “Madem büyüdüm diyorsun, git kendin pişir ye makarnayı” diyorum. Başka bir şey bulamazsa aç kalınca yiyecek nasıl olsa diye bakıyorsun... Ama yemiyor! Kazın ayağı öyle işlemiyor işte. İki lokma alıyorsa alıyor, sonra saatlerce aç direniyor. Sonunda sen anne olarak dayanamıyorsun, boğazına bir şey gitsin de ne giderse gitsin diyerek makarnayı yapıp koyuyorsun önüne. (Belki de ben çok yumuşak davranıyorum. Bilemiyorum... Biraz daha zorlasam, diretsem? Ama onun da mantığını, gereğini göremiyorum. Vardır belki kendince bir bildiği. Neden doğal eğilimini bozayım, zorla istemediği şeyleri ağzına tıkayım ki özel bir sağlıksızlığı yokken?) Bir de lütfeni öğrendi şimdi. “Annecim bana makarna yapar mısın lütfen?” diye tatlı tatlı soruyor. Suratına bakıyorsun. “Lütfeeen...” diyor. “Lütfen annecim, ağlamadan ağlamadan...” Onu da benden öğrendi tabii. “Ağlamadan söyle, ağlamadan iste bir şey istiyorsan,” dedim, ağlamayı bırakıp düzgün istediğinde de yaptım. Şimdi işi öğrendi. Bir de üstüne lütfeni öğrettim. İyi mi ettim bilmem. Mecburen bir de ona makarna koydum ocağa. Sonra ne oldu? Bana “Lütfen” diye yalvararak yaptırdığı makarnaya dokunmadan yattı. “Ben çok yorgunum” dedi gitti. Babası gelmeden yattı. Diyecek bir şey yok. Birkaç saat sonra uyandı. Yanına gittim. “Ben seni çok seviyorum biliyor musun?” dedi. “Sana öpücük vermek istedim.” Ve beni öpüp geri dönüp uyudu. Var mı bundan daha güzel bir şey hayatta? Tabii sonra sabaha karşı acısını çıkardı. Uyandı “Süt istiyorum,” 15 dakika sonra “Su istiyorum,” 10 dakika sonra “Süt istiyorum,” 5 dakika sonra “Anneee suuu!” Birkaç gecedir aynısını yapıyor, süt-su, süt-su, ritüelimiz bu. (Arada meyve suyu da istiyordu ama evde kalmayınca mecburen onu es geçiyoruz.) Kız sıvı diyeti izliyor kendini tedavi için! Bunlar hadi neyse... Ardından “Anne çişim geldi.” Haydiii sıcacık yatağından bir kez daha kalk kızı götür tuvalete oturt bekle altını sil geri indir yatağa dön. 10-15 dakika sonra “Ben acıktım.” Ben duymadan Carlo kalkmış armut soymuş getirmiş. Lara halen “Daha da açım” diyor. Açtır eminim ama söz dinleseydi, kim dedi ona aç yat diye? Tam tersine ben dedim “ye bir şeyler sonra yat” diye. Bana makarna yaptırttı o kadar, yemedi. Benim de tepem attı. “Yok” dedim. “Sabah olunca kalkar yersin, şimdi uyu.” Bir süre sustu ama sonra yine başladı. Dedim ki “İstiyorsan kalk, önüne makarnayı koyayım, kendin yersin, sonra da girer yatağına uyursun.” Kabul etmedi tabii ki. Ayağına hizmet istiyor, maksat bizi uyutmamak. “O zaman sus” dedim, “Bir daha ağzını açacak olursan gidiyorsun buradan.” Anladığınız üzere hep beraber uyuyoruz. Ancak iki dakika dayanabildi, sonra yine “Ben açım.” Ve benim kontak attı! Kalkıp ışığı açtım, “Haydi gidiyorsun” dedim. “Kalk gidiyorsun.” Carlo halen hasta olduğunu söyleyerek onu korumaya kalktı. “Yeter” dedim, “Kaç kere söyledim, kalksın yesin istiyorsa. Ona da hayır. Saat 4,5'ta uyandırdı, saat 6, uyutmadı. Yeter! Bizi kullanıp duruyor.” Öyle kızgındım ki! “Şöyle okkalı bir tokat atmak geçiyor içimden,” dedim. Carlo “Biliyorum” dedi. Bunun üzerine Lara ağlayarak sesini çıkarmayacağını söyledi ve yattı uyudu gerçekten de. Sabah kalktığında ne oldu dersiniz? Bir ısırık, küçücük bir ısırık almış elmadan! “Ye kızım” diye önüne bir sürü şey koydum yemedi. Aç olduğu palavra yani. Öğlen desen öyle. Üç çatal makarnayı zar-zor yedi. Sonra bir de sadece kendi için tutturduğu şeyler yetmiyormuş gibi bazen size de karışıyor. "Onu giyme," "Ayağını oraya koyma." Küçük diktatör! Bağırıp çağırarak kriz geçirerek onun bana uyguladığı da şiddet, manevi şiddetin alası! "Bunu yeme." Yahu niye yemeyeyim? Açım ve çok güzel yemek yapmışım. "YEMEEEEE!" diye çığlık atıyor, kolunuzu çatalınızı çekiştiriyor. 4 yaşında çocuk ne kuvveti var demeyin. Kafasını taktı mı dört kaplan kuvvetinde! Evet, kolundan tutup odasına götürüp kapıyı üstüne kilitleyebilirim tabii ama kolumu kurtarıp lokmamı ağzıma sokamıyorum. "Neden yemeyecekmişim?" sorunuza mantıklı bir cevap almanız zaten mümkün değil. İnsanın her zaman sabırla laf anlatmaya çalışacak hali de olmuyor. Bir keresinde sakin ikinci üçüncüde sakin onuncuda sakin... On birincide zıvanadan çıkıyorsunuz! Kocam ki tanıdığım en sakin adam diyebilirim. Neredeyse aziz mertebesinde biri. Bunca yıldır kızdığını bir-iki kere görmüşümdür. Gerçi kızdığı şeylerden rahatsız da oldum ve kızgınlığını bastırıyor da olabilir ama sonuçta o bile bazen Lara'ya katlanamıyor ve yüz ifadesinden anlıyorsun içinden geçenleri. Kendi de itiraf ediyor zaten, Lara'ya bazen çok öfkelendiğini, içinden ona vurmak, şöyle güzelce bir evire çevire dövmek geçtiğini. Aranızda melek olan, çocuğuna hiç sesini yükseltmemiş, hiç vurmak istememiş olan varsa beri gelsin. Tabii 3-5 aylıkken çocuğu bir bakıcıya veya yuvaya bırakıp gidenlerden bahsetmiyorum. Gerçi onlarınki de ayrı stresli bir hayat olsa gerek. Sabah işe git koştur, akşam eve gel koşuştur. Hayır, ben hiç vurmadım kızıma. Ama vurmak istedim. Ve desteği olmayan, hayattan bezmiş bir kadının çocuğunu gayet rahatlıkla döveceğini, dövebileceğini biliyorum. İnsanın ağzından asla istemeyeceği şeylerin de çıkacağını biliyorum.: Maalesef. *** Onu öyle çok seviyorum ki. Canından çok sevmek işte böyle oluyormuş. Onun güzel suratına her baktığımda milyonlarca öpücük vermek geçiyor içimden. Yanaklarını ısırmak istiyorum. Onu ısırmamak için kendi parmağımı ısırıyorum. Sol elimin işaret parmağının alt boğumunu. Acıyor. Onunla “yüz öpücük, bin öpücük” oynuyorum, o “Yoruldum” diyene kadar onu öpüyor öpüyor öpüyorum. Onu yiyip geri içime sokasım geliyor. Çok mu şımartıyorum iyi mi ediyorum kötü mü bilmiyorum, ama ben bunları yapıyorum. Ve sanırım yapabildiğim sürece de yapacağım. HaberTürk'ten Öznur Karslı... İki hafta önce cuma günü aradı beni. Dünya turu yapan Türkler üstüne bir röportaj hazırlıyormuş, “Eskiden emeklilikte yapılacak bir şey diye düşünülürdü, şimdi gittikçe daha çok insan ertelememeyi seçiyor. Bununla ilgili bir yazı dizisi hazırlıyoruz,” dedi. Beni nereden bulduğunu sordum. İnternetten elbet. Google'da ne diye aratmış merak ettim aslında ama sormadım. “Peki,” dedim. Ama tabii benim sınırlarla ilgili takıntım var ya, onun üstüne söz söyleyeceğim. “Söyleyeceklerimi sansürsüz yayınlayacaksanız olur,” dedim. O da “Tabii tabii” dedi. Yazılı olarak soruları göndermesini kararlaştırdık. “Bana vuruş sayısını da belirtirseniz ona göre yazayım,” dedim. “Olur” dedi.
Akşamüstü saat 5'te soruları göndermiş. “Cevaplar cumartesi gün içinde elimde olursa iyi olur...” diye de eklemiş. “Cumartesi dediğiniz yarın değil herhalde, haftaya cumartesi,” dedim. Gayet doğal bir şeymiş gibi “Yarın. Bir hafta çok uzun bir süre, hafta içi yayınlanacak,” dedi. Böyle bir durumda ben olsam, “Size zahmet olmazsa yarına yetiştirebilir misiniz? Biliyorum cuma akşamı, hafta sonu meşgul olabilirsiniz, programınız olabilir, farkındayım son anda oldu ve çok şey istiyorum sizden ama gazetecilik çok koşuşturmacalı meslek” filan tarzı bir şey söylerim. Hani nezaketen. Sorulara baktım. “İlk dünya turu ne zaman başladı?” diye bir soru olunca ben de sandım ki benim ne yaptığımı biliyor. Ama diğer sorular içinde diğerleri ile ilgili tek bir soru dahi yoktu. Denizden dünya turu ile vs. Vuruş sayısı belirtmemişti, yazıp sordum. “Diğer cevaplar henüz elime geçmediği için bilemiyorum şimdi ama size iki bini geçmeyecek şekilde yazın,” dedi. Gülen bir yüzle başladım. “:) Tamam bazı sorularınız bir-iki kelimelik cevap ama ilginç anekdot, ilk seyahatimdeki maceralarım korkularım, üç dünya turu için nasıl rota çizdiğim, çocuklu yolculuğun avantajları dezavantajları gibi şeyleri size iki bin vuruşta anlatabilmemi bekliyorsanız o kadar kapasitem yok ;)” dedim. Fakat düşününce güzel bir çözüm buldum. Zaten çoğu sorusuna tek kelimelik veya tek cümlelik cevaplar vermek istiyordum. Benim ilgimi çeken, herkesin genelde tek kelime ile cevaplayacağı “Kaç ülke gördünüz?” sorusu idi. Bu sorudan yola çıkarak istediklerimi söyleyebilirdim. “2000 vuruşta ancak bir tek sorunuzdan yola çıkarak özetle şunu diyebilirim, dünyayı gezmenin beni getirdiği noktayı göstermesi açısından,” diyerek yazdım: Benim gezginliğim dünyanın nasıl politik parsellere ayrıldığını, içine doğduğumuz hayali çizginin dünya üstünde hareket alanımızı belirlediğini görmem içinmiş. Sınırlar hayali çizgilerdir. Ya gerçek anlamda kanlı bir savaş sonucu ya da mecazi anlamda kanlı politika ile belirlenmiş hayali çizgiler. Kaç ülke gördüm? Yüzden fazla olmuştur ama saydığımdan değil, 15-20’de saymayı bıraktım. Yıllar sonra, ikinci dünya turumdan önce bir merak edip saydığımda 74 filandı. Ben sınırlara inanmıyorum, o nedenle gezdiğim ülke sayısı tutmuyorum. Tutanları da sevmiyorum :) Şaka bir yana, benim için sınırlardan rahatsız olmayan, onlardan nemalanmaya kalkan kişi gezgin/seyyah değildir. Yarış mı bu? Size rakamlarla bir fikir vereyim: En küçük ülke Vatikan 0,44 km2, en büyük ülke Rusya 17.100 km2. Bu iki ülkeyi nasıl aynı sepete koyarsınız? Rusya'nın bir köşesine ayak basınca nasıl gördüm sayarsınız? Keza Hawaii’yi ayrı olarak sayıyorsunuz diyelim. (Gezginlerin ayrı bir ülke sayım listesi var.) Onda da iki gün Honolulu’da kalmak var, tüm sekiz adayı görmek var, adalara günübirlik uğramak var, haftalarca kalmak var. Ayrıca gittiğiniz yerler arasındaki bir ülke yarın bölünür, -mesela ben Sudan’ı boydan boya geçtim. Şimdi Güney Sudan diye bir ülke var.- İki ülkeye gitmiş mi sayılıyorum yoksa ben gittiğimde öyle bir ülke var olmadığı için Güney Sudan’ı gördüm sayılmaz mı? Tüm bunların ne anlamı var? Peki ya yok olan ülkelere ne demeli? Mesela bir zamanlar Doğu Almanya vardı, SSCB vardı. Var oldukları dönemde bu yerlere gitmişseniz ne yapacaksınız? Listenizden silip sayınızı mı düşüreceksiniz? Hem bir yerden sonra ülke sayısı tutmak zor geliyor. Düşünsenize... Bebeklerin yaşlarını ilk sene içinde ay olarak söylüyorsunuz. Büyüdükçe ay sayısı tutmak mantıksız. Ben de onun gibi yaptığım dünya turu sayısı tutuyorum artık ;) Eğer tüm ülkelere ayak basmayı becerebilirsem dünyanın düzenini protesto etmek adına pasaportlarımı yakacağım. Yeryüzü ülkeler olarak parsellenip kendisi, anne-babası, eşi o bölgede doğmamışlara yasaklanacak veya şartlarla girdirilecek bölünmüş toprak parçaları değil, bir süre üstünde yaşanıp gezilip görülecek ve sonra altında gömülecek, herkese ait bir toprak bütünüdür. Bir de not düştüm. “Kriminal bir haber olduğu için yayınlayamayacağımız ne olabilir?” diye sormuştu. “Bunu siteme koymaya kalkmadan önce bir avukata danışmıştım; pasaport yakmak kriminal bir suç değil. Bilginize...” dedim. Bu arada bana gönderdiği e-postanın içinde başka bir adres daha vardı. İnci Sarıhan. Gazeteden konuyla ilgili biri olduğunu, belki yazı dizisini beraber hazırladıklarını düşünerek cevabımı ona da göndermiştim. Ertesi gün İnci Hanım'dan bir e-posta aldım. “Beni de etiketlemişsiniz ama ben röportajı yapılanlar arasındayım,” diye. Hımmm dedim kendi kendime. Demek Öznur Hanım aynı soruları bana aktardı. Her neyse... İnci Hanım'ı tanımak istedim. Ben meraklıyım, kim ne yapmış neler yapıyor bilmek takip etmek isterim. Kendisi eşi ve şimdi küçük oğulları ile ve de bisikletle geziyormuş. Öğretmen oldukları için yazın iki ay bir yerlere gidiyorlarmış. O arada iki şeyin farkına vardım. Birincisi, kendi yaptıklarına “dünya turu” diyorlardı. Ve sanki her sene yaptıkları bir dünya turu imiş gibi konuşuyorlardı. Oysa gittikleri İran-Pakistan-Hindistan ve Avrupa. Tamam, yavaş yavaş bunları birleştirerek dünyayı gezmiş olma planları var ama buna daha çok var. Yaptıkları çok hoş ve takdire değer bir şey tabii. Ona bir lafım yok. Türkiye'de, hele de böyle bisikletle ve de çocukla gezebilen insanların örnek olması gerek. Ben yapamazdım doğrusu onların yaptıklarını. Hoş, onların koşullarında olsam yapardım belki de. Sadece bu yaşta ve benimki gibi 38 ay emzirdiğim ve 3,5 sene geceleri 5-6 defa uyanarak geçirdiğim göz önüne alınırsa yapabileceğim bir şey değildi. Biz de gezdik aslında kız daha küçükken ama uykusuzluktan hiçbir şeye enerjim kalmazken çok da keyif alabildiğimi söyleyemeyeceğim. Her neyse... Demek “İlk dünya turu ne zaman başladı?” diye sordukları bana özel bir soru değil, Sarıhan ailesine yönelik bir soruydu. Farkına vardığım ikinci şey Sarıhan'ların oğullarına “minik gezgin” dedikleri, sitelerinin adının o olduğu idi. Ve Öznur Hanım'ın bana yönelttiği sorular da aynı hitabı kullanıyordu. “Minik gezgininizi nasıl ikna ettiniz?” Yani tamam, benim kızıma da minik gezgin diye hitap edilinebilir ama ben ona “minik gezginim” diye bakmıyorum; bir başkasının kullandığı bir isimle ve ona özel olarak yazılmış soruların direkt bana gönderilmiş olması da ayıp yani! Sitemde dünya kadar yazı var. İnsan bir okur inceler, en azından şöyle bir göz gezdirir, ona göre bana, benim yaptıklarıma yönelik soru sorar. Ne biçim gazeteciliktir bu? “Benim hakkımda, yaptıklarım hakkında ne biliyorsunuz ne kadar okudunuz merak ediyorum doğrusu,” dedim ama cevaplamadı elbette. Ben tahmin edebiliyorum. İnternete gir, “dünyayı gezen Türkler” diye tarat, karşına çıkan sitelerde genel başlığa bak. İletişime geç ve cevaplasınlar diye bir örnek soruları gönder. Bu şekilde gazetecilik yapıyorlar! Ertesi gün Öznur Hanım bana “Başka bir habere diyelim o zaman...” dedi. Bekliyordum tabii bunu. -“Soft” bir haber olacak demişti. Bir sürü sormuş, ben bir tek şey yazmışım. O da ülkeler ve sınırlar üstüne.- Yine de neden diye sormadan edemedim. Tabii bu arada telefonumu bulduğu İletişim sayfasında “Benden laylaylom gezi röportajı/yazısı çıkmaz. O nedenle benimle sırf gezi deneyimlerime dair röportaj yapmak istiyorsanız hiç boşuna yazmayın. Bana da kendinize de zaman kaybettirmeyin. Seyahatin gerçek yüzüne ve sitemde yayınladığım görüşlere dair yazılarımı sansürsüz yayınlamayı kabul ederseniz başka her tür sorunuzu memnuniyetle cevaplarım.” diye de yazmışım. Keşke önce bir okusaydı... Okumuyorlar mı yoksa okuduklarını mı anlamıyorlar yoksa aldırmıyorlar mı bilemiyorum. Her neyse... Aslında cevap beklemiyordum “Neden?” soruma, ama cevap verdi. “diğer kişilere de soruları gönderdim, direk cevapladılar, öncesinde koşullar şartlar içeren ya da o manaya gelecek herhangi birşey yazmadılar,” demiş. İlgilendirmiyor beni başka insanların yaptıkları. Ben de öyle yaptım zamanında. Artık yapmıyorum. Artık seçici olmak istiyorum, artık seçici olma lüksüm var. Nasıl olsa oradan bana adam çıkmayacak. Adam dediğim benim aileme katılacak, çıktığında kitabımı alıp okuyacak insan çıkmayacak. Fikirlerime aldıran yoksa da yaptığım işe hayran kişi istemiyorum. Direk ile direkt arasındaki farkı bilmeyen de gazeteci oluyor muymuş, oluyormuş. “Yanıt aşamasına geçemedik” demiş Öznur Hanım. Ben yanıt verdiğimi sanıyordum hâlbuki. Oturup saydım. 17 soru sormuş. 17 soruyu hakkıyla cevaplamam, hadi sentez yapayım desem bile en azından 10.000-12.000 vuruş. Ben oturup uğraşacağım vakit harcayacağım, o bir kalemle bunları çöpe atacak. “Bana dediniz ki 2000 vuruşu geçmeyecek şekilde yazın... Ben de size dünyayı gezmemin beni taşıdığı yeri gösteren Türk gezginlerini de özel olarak ilgilendiren bir konuda 2000 vuruşluk gayet düzgün kısa bir yazı gönderdim. Yani ben öyle sanıyorum... Ama yanılıyorum galiba? Üstelik orijinal ve herkesin söylediği söyleyeceği şeylerden farklı bir cevap, ben röportaja renk katar diye de düşünmüştüm. Ama yine yanılmışım galiba. Haberi kaleme alacak kişi olarak kararı vermek elbette size ait. Ben de size teşekkür ederim,” dedim. Bunun üzerine başka tuhaf bir cevap aldım: “Emin olun görüştüğüm kişiler de gayet orjinaller. Siz benim zekamdan şüphe ediyorsunuz heralde, sürekli sorularla biten cümleler kuruyorsunuz. Diğer insanları orjinal olmamakla nasıl etiketliyebiliyorsunuz, dünyayı turlamak buna izin vermemeli. Ben de size teşekkür ediyorum.” Tutamıyorum ya ben kendimi. Kibarlık adına soru olarak ifade etmiştim. Yanılıyorsam beni düzeltsin diye. Heralde değil, herhalde. Orjinal değil orijinal. Bu tür hatalar affedilir mi? Hadi bunlara sesimi çıkarmadım ama diğer suçlamasını ağzına tıkmam gerekiyordu! “Zekanızdan şüphe etmemiştim ama şimdi etmeye başladım gerçekten. Diğer insanları orijinal olmamakla mı etiketledim? Nerede etiketledim? Nasıl böyle bir sonuca varıyorsunuz? Yazdıklarımın orijinal olduğunu düşünmem başkaları orijinal değil demek anlamına mı gelir? Hayatta, dünyada bir tek orijinal gezgin mi olabilir ki ben böyle söylediğimde diğerlerini orijinal olmamakla etiketlediğime dair suçlamada bulunuyorsunuz bana?” diye sordum. Siz ne derseniz deyin... Tekne ile dünya turunun şahı Sadun Boro'dur. Ondan sonra Osman Atasoy bilinir ama arada yelkenli ile dünyayı dolaşan başka Türkler de olmuştur. Bu arada tabii niye bu erkeklerin eşlerinin adı gündeme gelmez o da ayrı ya... Asıl kaptan onlar olsa dahi neden birlikte anılmazlar? Sonuçta yelken öyle sıradan bir araç değil, oradaki ortaklık tam bir ortaklık gerektirir. Ben ki “Kadının adı yok, kadın gezginin de adı yok” demişim, bari kadınları da erkeklerle birlikte anayım. Sadun ve Oda Boro çifti ile Osman ve Zuhal Atasoy çiftleri. Sonra Özkan Gülkaynak hiçbir modern alet kullanmadan yaptı. Haldun Karagöz, Türkiye'nin dünya çapında bir kalp cerrahı olarak yelkenle dünya turu yapmış. (Çok hoş bir TEDx konuşmasını dinlemiştim, buraya koyayım diye aradım ama bulamadım.) Bunların hiçbiri yabana atılacak şeyler değil. Öte yandan artık bu tarz dünya turu yapan çok Türk var. Biri “en genç çift” olacak, biri “en küçük tekne ile” vs vs. Sonra başka birileri onları geçecek. Ama ilk değişmeyecek. Hoş, Boro çifti 1960'larda yapmışlardı bu işi, şimdi 1930'da 4 metreden biraz büyük teknesi ile dünyaya yelken açan Mustafa İhsan diye bir denizcinin de adı geçiyor. Öyle ki Soyadı Kanunu çıkınca kendine “Denizaşan” soyadını almış biri. Belki benim veya başkalarının da bilmediği böyle biri olabilir ama benim bildiğim sırt çantası ile dünya turunu ben başlattım. Dünya turu derken dünyanın etrafında dönmeyi, bir tur atmayı kastediyorum. Benim ardımdan Barış Akkırış ve Cüneyt Güven geldi. Şimdi artık pıtırcık gibi yapan var. Kimi kitap yazıyor ve gündeme düşüyor, kimi Kutluhan Özdemir gibi ayda 140 dolara yapmakla övünüyor. Tabii onun yaptığı henüz sadece Güney Amerika'da dolaşmak. Ama çıkacak tabii elbet başkaları da bir gün. Daha ucuza, hatta parasız, daha gençken, hatta belki bir gün en yaşlısı diye yankı yapacak. Bisikletle seyahatin kraliçesi Hülya Koç'tur. Türkiye için konuşuyorum tabii hep. Türkiye'de bu işi o başlatmıştır. Sonradan Hasan Söylemez hiç parasız Türkiye'yi dolaşmış. Şimdi Gürkan Genç tek başına yedi senede dünyayı gezecekmiş. Sema Berktaş ve İlker Akın doktor bir çift, istifa edip bisikletle gezmeye başlamışlar. Sarıhanlar ailece geziyorlar. Çocukla bisikletli seyahati onlar başlatmış. Eğer yaptığı işin güçlüğü diye bakacak olursanız Türkiye'de seyahatin kralı Erden Eruç. Onun üstüne kimse yok. Kas gücü ile dünyanın etrafını dönen biri olarak dünyada kolay kolay geçilmeyecek biri. Kıyaslanamayacak bir iş yapmış kişi. Var... Bunların hepsi orijinal işler yapıyorlar. Söyleme gelinceyse... Benim bu söylediklerime gelmem çok zamanımı aldı. Henüz hiç kimsenin o noktaya gelmiş olduğunu, sınırları sorguladığını sanmıyorum. Gezmenin amacı o da değil zaten ama bu işin başka bir boyutu. Kanımca önemli de bir boyutu. “Peki siz beni cahil ve sırf kendisi ile meşgul olup başkalarının ne yaptığına bakmayan, okumayan araştırmayan dinlemeyen biri mi zannediyorsunuz?” diye yazdım Öznur Hanıma. “Kusura bakmayın, özellikle gezen insanları en azından genel olarak tanıyacak kadar takip ediyorum. İçlerinde orijinal işler yapanlar var elbet. Öte yandan herkesin söyleyip durduğu 'bu koşturma nereye kadar, hayatı şimdi yaşamalısın yapmalısın, az ve özle yaşayacaksın, fazla bir şeye ihtiyacın yok, paraya da ihtiyacın yok, ev araba TV son model bilgisayar cep telefonu alacağına gez tecrübe edin, hayata dokun, dünyayı tanı' vs. tarzı şeyleri ben, kusura bakmayın, 15 sene evvel söylüyordum! Şimdi birçok insan söylüyor, daha çok insan söylüyor. İyi de ediyorlar ama benim için çok sıradan artık bu söylem. 'Ay seyahat ne kadar harika bir şey, siz de kalkın gezin' diye insanları özendirme misyonum yok. Ben şimdi başka şeyler söylüyorum. Kusura bakmayın, evet ukalalık belki, ben artık doymuş bir gezginim, seyahatin felsefesinin dışında herkesin görmezden geldiği 21. Yüzyılda Seyahatin Gerçek Yüzü'ne ( http://www.gulin.world/21-yuzyilda-seyahat.html ), hayali çizgiler olan sınırların adaletsizliğine dair şeyler söylüyorum. Benden başka kim bunları veya benzer şeyleri söylemiş görmek için de yazı dizinizi merakla bekliyorum. (Eğer varsa sizden özür diler, o kişiye de özel olarak teşekkür ederim.) Keşke bunları başkaları da söylüyor olsa, ben fazlasıyla sevinirim, çünkü benim söylemem değil, birilerinin söylüyor ve fikrin yayılıyor olması önemli. Yol açan insanlar vardır. Ben onlardan biri olduğuma inanıyorum. Türkiye'de dünya seyahatinin öncüsü olmasam da bunun yolunu açan öncülerden biri olduğumu siz kabul edin veya etmeyin, gerçeği değiştirmez. Benim 15 sene önce söylediklerim şimdi “moda.” Umarım ki şimdi söylediklerim de bir 15 sene sonra moda olur. Yeter ki olsun!” Moda olur mu gerçekten bir gün bu söylediklerim de? Yoksa iyice kutuplaşan bir dünyada, yükselen duvarlar çitler ve belli hayali çizgiler dışında kalan insanları dışlayıcı yükselen seslerin arasında kaybolup gider mi? Umarım ki ilki olsun. 15 sene değil 25 sene sonra olsun ama illa ki olsun! *** Not: İki hafta önce çıkacak diyerek beni sıkıştırdığı haber takip ettiğim kadarıyla halen çıkmadı. İsabet olmuş harcadığım. Diken'de Hayko Bağdat'ın “Ey Başbakan, bizimle dalga geçmenin sırası mı şimdi?” başlıklı yazısını ilgi ve beğeniyle okudum.
http://www.diken.com.tr/ey-basbakan-bizimle-dalga-gecmenin-sirasi-mi-simdi/ Ne var ki başbakanla hemfikir olduğumu da söylemeden geçemeyeceğim. On sene evvel Diyarbakır'a gittiğimde “Çin Seddi'nden sonra dünyanın en büyük suru sende olacak ve sen bir şey yapmayacaksın! Başka bir yerde olsa Dubrovnik'teki gibi şuraya bir gişe konur, girişte insanlardan 10-20 Euro para toplanırdı” demiştim ve zaman zaman tekrarladığım, üç kere dünyanın etrafını dönmüş 110 ülke görmüş biri olarak acı ile baktığım konulardan biridir Diyarbakır ve Güneydoğu Anadolu. Türk insanı gitmezken, Türkiye'yi gezmeye gelen yabancıların gidip gördüğü bir yer olması da keza öyle. Diyeceğim o ki... Şu anda imkânsız bir hayal gibi gözükse de, Diyarbakır'ın bir gün barış ve huzura kavuşup Toledo veya Dubrovnik dahi değil, insanı ile, mutfağı ile, kültürü ve tarihi değerleri ile dünya çapında bir şehir olmasını canı gönülden diliyorum. Murat Gülsoy'un kitabının adını çok anıyorum son günlerde... Özellikle gezginlerin muzdarip olduğu bir hastalık diye bakıyorum buna. Bir arkadaşımın arkadaşı beş aylık bir Güney Amerika seyahati yapmış ve bunun üstüne bir kitap yazmış, benim de kitap yazdığımı bildiği için yayınlatmakla ilgili bilgi almak üzere irtibata geçti. Konuştuk. Ne kadar emek verdiğini, kaç sene uğraştığını, sabahlara kadar yazdığını anlattı. Sonra da insanların ilgisizliğinden dem vurdu. Ben ayaklarının biraz yere basmasını istedim. Bilirim, aynı hevesi ben de taşıyordum. Sonra kitabım yayınlandı, hanyayı konyayı gördüm. Üstelik ben gazetelere manşet olmuştum, üstelik kitabım İnkılap gibi bir yayınevi tarafından basılmıştı, üstelik benimle röportajlar yapılmıştı. Bunları kendisine, mümkün olduğunca kırmamaya çalışarak anlattım. Pek anlıyor gibi görünmüyordu. Sonunda dayanamadım sordum... "Sen benim kitabımı okudun mu?" Biliyorum cevabı... Onu mahcup etmek için sormamıştım. "Ah bu kitap çok zamanımı aldı, hemen alıp okuyacağım." Dedim ki... "Bunu kitabımı al oku diye söylemedim. Sana insanların ilgisizliğini kendinden örnek vererek göstermek istedim."
İşte böyle... Bu kişi ki, benim ilk dünya turumun bir kısmında sekiz ay geçirdiğim bir kıtada beş aylık bir gezi yapmış ve ilgisizlikten şikayet ediyor. Yahu ben kadınım, bir. İkinci dünya turumu yaptım, iki. Yelkenli ile, farklı bir şekilde yaptım, üç. Sonra bir de üçüncü bir dünya turu yaptım ve insanlar bu kadar ilgisizken sen ne bekliyorsun? Üstelik, kendin gezi ile ilgiliyken benim kitabımı bilmene rağmen bir merak edip okumamışken kimden nasıl ne ilgisi talep ediyorsun? İlk dünya turumdan sonra bir genç benimle irtibata geçip bilgi almak istemişti. O sıralar kitabım çıktığı ve tanışmak isteyen insanlar olduğu için onun da okumuş olduğunu farz etmiştim. Ama baktım ki pek haberdar değil gibi duruyor. Sordum. Cevabı neydi biliyor musunuz? "Bazı insanlar seyreder, bazı insanlar yapar." O da yapanlardanmış. Ha iyi... O nedenle geldin de bana danışıyorsun! Git yap o zaman kendin. Seyahatin esas itici, veye çekici, güçlerinden biri meraktır. İnsan merak eder, bilmek ister. Başka insanlar tanımak ister. Bu tanımak istediği insanlar arasında da kendi yapmayı sevdiği şeyi yapmış, gezmiş insanlar gelir. Yani benim için bu böyle. Kendim yazıyorum diye okumayı bırakmış değilim. Okumadan düşünmeden, insanların ne söylediklerini ne düşündüklerini bilmeden nasıl yazı yazarsın? Dedim ya... Herkes kendisi ile çok meşgul. Hürriyet Seyahat ve benzeri gazetelerin dertleri sayfalarına renkli bir haber bulmak, siz onlar için bir malzemesiniz, size aldırmıyorlar. Kimsiniz, nasıl birisiniz, nasıl temsil edilmek istersiniz, onlara söyleyeceğiniz neler olabilir, bunlar umurları değil. Nasıl olsa o sayfalar da bir şekilde doluyor, ama dolu ama boş içerik, aldıran var mı? Yok. Salla gitsin.... Eski dosyalarımda bir şey ararken kitabımın yayınlanma dönemindeki günlüklere denk geldim. İş Kültür'ün anlaşmamızı yerine getirmeyeceğini söylemesinin ardından İnkılap'la görüşmelerim de çıkmaza girmiş durumda; onlar sözleşmeye kitabın basım tarihini koymak istemiyorlar bir aksilik olur filan diye, fotoğrafların renkli olacağını koymak istemiyorlar “Bunlar detay” diye. Ama benim sütten dilim yanmış bir kere. İş Kültür ki çok güvenilir bir kurumdu gözümde, hep renkli diye konuştuktan sonra bana haber vermeye dahi gerek duymadan “S-B ve sona” diye yazmışlar. Yani hem Siyah-Beyaz hem de sonda olacak fotoğraflar, metin içinde dahi değil. Renkli fotoğraf baskı maliyetini arttırıyor tabii. Onlar yayınevi olarak buna girmek istemiyorlar, ben yaptığım “biricik” dünya turunun siyah-beyaz fotoğraflarla yayınlanmasını kabul edemiyorum. Tıkanmış durumdayız. Günlüklerim hep ya sponsor bulmam gerektiği ya da bu işi unutacağım söylemleriyle dolu. Bu noktadayken sonunda nasıl oldu da İnkılap'la sözleşmeyi imzaladım merak ettim doğrusu :) Hiç hatırlamıyorum çünkü! İnsanın kendi geçmişini öğrenmek için merakla kendi yazılarını okuması da ilginç bir deneyim. Sırf bunun için herkese günlük tutmasını tavsiye ederim. Hafızanın ne kadar yanıltıcı olduğunu görmek için de birebirdir. Her neyse... Bir süre daha aynı serzenişlerimi okuduktan sonra aradığım günün günlüğünü buldum. 11 sene önce bugün... Şöyle yazıyordu:
13 Ocak 2005- Bugün çok komikti. Hasan’la sıkı pazarlıklar sonucu anlaşma imzaladık. Ben 2000 satıştan, yani ilk baskıdan sonrası için daha fazla telif vermesini istiyordum ama o gidip 4000'in üstüne % 11 yapmış, sözleşmeyi basıp bana getirmiş. Bunun çok az olduğunu söyledim, üstelik KDV hariç değerdendi. Sonuçta İş Kültür'le daha iyi bir anlaşmam varken bu hoşuma gitmemişti. Hasan kendinden çok emin “Hiçbir yerde telif KDV dahil fiyat üzerinden verilmez, neden KDV’nin telifini versin sana?” dedi. Tesadüfen İş Kültür anlaşması yanımdaydı, çıkarıp koydum önüne. Baktı, “Yanlış yazmışlardır, vermezler onu” dedi adam iyi mi? :) Yahu koskaca İş Kültür, herhalde sözleşme yazmasını biliyorlardır, kendi hazırladıkları sözleşmeye de uyuyorlardır. “Ben bir kitabı çok basmak istediğimde bir puan fazla veriyorum,” dedi Hasan. Aslında o anda daha atik olmalı ve benim kitabımı da basmak istediğini görerek yüklenmeliydim ama o zamana kadar fazla bile zorlamıştım, ayrıca başta azı kabul etmişim sonradan daha fazlasını istemek hoş kaçmaz. Fakat ilk baskıdan sonrası ayrı bir konu. Sonrasını anlaşmaya yazarsın da yazmazsın da diye çekiştik. Sonunda “İyi hadi 8000'in üstüne % 13 vereyim, onu da yazayım” dedi. Bari % 15 versin! “O zaman bizim kadar para kazanırsın” dedi bu sefer iyi mi?! :) Yahu Türkiye kriterlerine göre çok satan bir kitap yazmışsam onlar kadar para kazanayım zaten! Kaldı ki onların kitabevleri de var, fazlasıyla kazanacaklar. Ne memleket yahu! Bunun üstüne “Sen hiç elini taşın altına koymuyorsun ama” dedi. Ben de “İyi koyayım” dedim, “İlk baskıdan bana telif verme.” Hasan hayretle yüzüme bakıyor. “Hiç böylesini de görmedim.” E görmemiştir, ben özelim zaten :) “İlk baskıda hiç verme, sonra % 15 ver,” dedim. Eline kağıt kalemi aldı bir hesaplar yaptı. “O zaman 7-8000 baskıda aynı parayı alırsın,” dedi. E iyi. Bana göre hava hoş. O da zaten daha fazla satacağına inanmıyor, neden yapmıyor ki? “Yok, ben kabul edemem, satmazsa hiç para almazsın,” dedi. Yahu ona ne? Zaten satmayacaksa benim umurumda değil, gidip başka iş yapacağım. Ben ya yazar olacağım, çok satacak ve bundan para kazanacağım ya da vazgeçeceğim. Tek baskıdan elde edeceğim üç kuruş da önemli değil. Hasan yine yüzüme hayretle bakıp “Sen hangi galaksiden geldin?” diye sordu :) Ardından “Sonra beni kandırdılar dersin,” dedi. “Sen demesen bile kötü niyetli bir medyanın eline geçer, bu kızı kandırmışlar der.” Yahu ne alakası var? 35 yaşında insanım, altına imza atmışsam kabul etmişimdir, kime ne, kimi kandıracaklar veya kim böyle aptalca bir iddiada bulunabilir? Neyse... Yapmadı adam resmen! Yine de en azından sesimi çıkarmış olmak iyi geldi. Tabii birinin dinlemiş olması da. ****** Diyeceğim o ki... Kitabı bir okumadan geçirmeden hataların suçunu bana atmışsa da Hasan Öztoprak iyi bir editördü. Konuşulabiliyordu. Eleştirenleri olduğunu biliyorum ama benim gözümde adam gibi adamdı. İlk yazarsın diye seni küçümsemiyor, o editör diye kendini havada görmüyor ve sana insan gibi davranıyordu. Veya belki bana inanmıştı. Bir tek kitapla kalacak olsam basmayacağını ama benim daha yazacağımı düşündüğünden kitabımı bastığını söylemişti. 11 sene olmuş. Bir de çocuk kitabım yayınlandı, o kadar. Yazın dünyasında pek bir yere geldiğim söylenemez. Ama halen umudum var! Nasıl bir umutsa bu. Seyahat gibi. Karşına çıkan güçlüklere rağmen devam ettiğin bir yol. Bir yere varmak da önemli değil sanırım, aslolan yazmak. Bir buçuk sene oldu sanırım. Yazdığım ama çekmecemde duran küçük kitabı gün yüzüne çıkarma zamanı geldiğini hissedip bir-iki yere göndereyim demiştim. İletişim'in sayfasında “Lütfen dosyanızı gönderirken size ulaşabileceğimiz posta adresi, e-mail adresi ve telefon numarası bilgilerinizi eklemeyi unutmayınız,” yazıyor. Ve ben “Bak unutmayayım, ayrı bir sayfaya e-posta adresimi ve telefonumu yazayım” dedim ama unuttum elbette! Beyin olumsuz emir almıyor. Birine "Pembe fil düşünme" derseniz düşünür. Düşünmemesi gereken şeyin üstüne çarpı koymak için önce düşünmesi gerekir. Motosikletçiler "Kendini kasma" yerine "Gevşe" diye telkin ederlermiş. Yapmak istemediğin bir şeyi değil, yapmak istediğini söyleyeceksin. İletişim'e sonradan ayrıca yazdım bunu, “bilgilerinizi eklemeyi unutmayınız” yerine “ bilgilerinizi ekleyiniz” diye yazarsanız daha iyi olabilir diye. Yapmamışlar. Kendileri bilir tabii. Bana da neyse? Ukala işte, herkesi düzeltecek, herkese “doğru”yu gösterecek kız! Tabii bu arada neden böyle büyük bir yayınevinin sayfasında “e-mail adresi” diyor o da başka ayıp bana göre. Herkes anlıyor tabii ama kardeşim “e-posta adresi” yazmak o kadar zor mu? Üstelik bazı kelimeler gibi Türkçede tuhaf duran kulak tırmalayan bir şey değil e-posta. Her neyse... Kocam zarfın üstüne ev adresimi yazmış tabii gönderirken ama bu çağda hiç kimse sana cevap vermek için mektup kullanmaz dedim. Niye zahmet edecekler? Önlerine yüzlerce dosya gelen bir yer. Hani çok beğenirlerse belki... Bir sabah pencereden dışarı baktığımda postacının posta kutusuna bir şey koyduğunu görünce dışarı çıktım. Çok iyi hatırlıyorum, güneşli ılık bir gündü. Bize hiç özel bir şey gelmez, -hoş, artık kime kişisel mektup geliyor ki?- hele bana hiç gelmez. Ya üst komşulara ya Carlo'ya olmasını bekliyorum. Zarfın üstünde kendi adımı görünce şaşırdım. Mektup İletişim Yayınları'ndan geliyor. Heyecanla açıp baktım. “Romanınızı genel olarak beğendim” cümlesini okuduğumda sevinçten havalara uçtum! Kitabı anı olarak göndermemiştim. Kimsenin sansasyonel hikaye diye üstüne atlamasını istemiyordum, o nedenle kimliğimi de gizlemiştim, edebi bir değeri olduğu için yayınlayacak bir yerle çalışmak istiyordum. Bir de gerçek olduğunu bilmeyen biri nasıl değerlendirecek diye merak ettiğimden tanımlamadan göndermiştim. Yazı stili hem kurgu hem gerçek olabilecek şekilde. Böyle bir yorum yaptıysa edebi bir değer görmüş olmalıydı Levent Cantek. Üstelik tamamen kadınsal ve annelikle ilgili bir hikayeyi bir erkeğin beğeneceğini hiç sanmamıştım doğrusu. Beğendiyse yaşadıklarımı iyi anlatabildiğimden beğenmiş olmalıydı, bu da çok kıymetliydi benim için. Elbette büyük heyecan yaptım. Hazır mıydım bu hikayenin paylaşılmasına? Ailemden gelecek tepkilere hazır mıydım? Kendimi ortaya koymaya hazır mıydım? Levent Beye güvenebileceğimi düşünerek kendimi açtım. Kim olduğumu söyleyip hikayeyi genel olarak paylaştım, kitabın bir üçlemenin parçası olduğunu söyledim. “İlgilenmiyorum,” dedi. Tamam ilgilenmesin de... İnsan bir dinler önce en azından. Bir kitabını, dolayısıyla yazısını beğendiğin bir kişi için öyle kesip atmadan “Önce bu kitapla ilgilenelim, diğerlerini bitirdiğinizde değerlendiririz” der en azından. Yani bu varsayılı olabilir ama karşındaki “İlgilenmiyorum” diye kesip attığında suratına bir kapı çarpmış gibi oluyorsun. Kaldı ki, kendi de yazar ve kendinin de üçlemesi var; başka bir yazarlarının kitabının da üçleme olarak tasarlandığı yazıyor İletişim'in sayfasında. Neydi bu sertlik anlayamadım. Levent Bey kendisi de bir yazar olmasına rağmen yazar halinden anlamadı. Gerçek bir hikaye olduğunu söylediğim kitabın içine kocamın eski sevgilisi ile karşılaşma ve benim onu kıskanmam gibi bir şey eklememi söyledi. Olayın yaşanmış olması, gerçekliği yansıtması önemli benim için. Ama kurguya da açığım, yeter ki hikayeye katacağı bir şey olsun. “Böyle bir kurgu ne derinlik katacak hikayeye?” diye sordum. “Böyle nesi eksik kitabın?” Cevap vermedi bana, veremedi veya... Dediği onu dinlemediğim, yani ben bunu onun sözüne sorgusuz sualsiz itaat etmek istememiş olmam diye tercüme ediyorum. Sonrasında ben de zırvaladım (biraz), kabul ediyorum. Böyle bir tavır beklememiştim ve de benim için çok hassas bir konuda bu kadar duygusuz bir tepkiyle baş edebilecek kapasitem yokmuş demek ki. Zaten böyle kişisel defansa geçtiğin zaman iletişimin sonu hep kötü bitiyor. Herkes onun hakkında çok iyi şeyler de söylüyor; yazın dünyasına genç yazarlar kazandırdığını, bu gençlerin ona çok değerli biri olarak baktıklarını biliyorum. Öyledir de muhtemelen. Arayıp konuştuğumuzda bana kitabın içindeki detaylardan bahsettiğinde ben de kendisine çok saygı duymuştum. Bir kitabı ciddi anlamda okuyup hatırlayacak ve o kadar kısa sürede size geri dönecek biri çok kıymetli. (Hoş... Diğer yayıncımın söylediği gibi hiç kimse de tüm gönderilen dosyaları sayfa sayfa okumuyordur, okuyamaz da zaten. Bir şeyler ancak değer görüp ilgisini çekmişse hatırında kalır insanın.) Öte yandan Levent Bey kusura bakmasın, söyledikleri cidden abuktu. Kitabım o haliyle basılır olmayabilir, yeterince iyi olmayabilir vs. Hepsi kabulüm. Sonuçta hangi kitabı basıp basmayacağına karar verme yetkisi onun. Öte yandan editör olarak yazara bir şey öneriyorsa, "Şunu ekle" diyorsa o eklentinin metne ne katacağını da söyleyebilmeli. Söyleyebilseydi düşünürdüm. Keza “Orhan Pamuk'un sizin yayınlarınızdan çıkan 'Saf ve Düşünceli Romancı' kitabında da belirttiği gibi, bir kişi kendi hayat hikâyesini yazıp sonra bu üçüncü şahsa çevrilip yayınlansa okuması farklı olacaktır,” dedim, kendisi yine bir yorum getirmedi, veya getiremedi. Ben böyle şeyler üstüne bir fikri olan birini bulmak istiyorum. Veya Hasan gibi, bir yazar olarak beni dinleyecek birini. Ciddiye alınmak önemli mirim. Küçümsenmemek, eşit olarak görülmek, saygı duyulmak, söz geçirmeye ve üstünlük kanıtlamaya değil de birlikte iyi bir iş çıkarmaya yönelik çaba sarf etmek. Ama işte gel gör de böyle bir kurum bul! Vardır elbet orada bir yerde. Siz gelip beni bulsanız ;) Ben Andromeda Galaksisi'ndeyim, sizden 2,6 milyon ışık yılı uzaktayım belki ama kapı komşunuzum! Dün Dünya Gazeteciler Günü imiş. Geceyarısı fark edince bu yazıyı yazmam biraz zaman aldı. Bir günlük gecikme ile de olsa tüm gerçek gazetecilerin gününü kutlamak isterim.
*** Geçenlerde eski dosyalarımdan birini açtığımda “Dünya turunu gerçekleştiren ilk ve tek Türk kadını olan...” diye bir yazı görünce şaşırdım. “Z. Gülin Aköz” diye devam ediyordu. Yani ben. Eski ben. Kendimi, yani yazılarımı pazarlamak için böyle bir şey kullanmayı düşünmüşüm zamanında. Artık tek Türk kadını değilimdir herhalde ama düşününce, sadece kadın olarak değil, Türkiye'de sırt çantası ile dünya turunu başlatan kişi benim. (Dünya turu derken Elizabeth Gilbert'ınki gibi üç ülkeye gitmekten bahsetmiyorum. Veya, yaptığı özel bir şeydir ama Hülya Koç gibi bisikletle kıta geçmekten de bahsetmiyorum. Birçok ülkeye uğrayarak plansız programsız dünyanın etrafında dönmekten bahsediyorum.) Ama kaç kişi beni tanıyor veya adımı biliyor? Bir avuç. İkinci bir dünya turu yaptım. Kaç kişi duydu? Bir avuç. Sonra üçüncü bir dünya turu yaptım, ailemle, 4 yaşındaki kızımla. Kaç kişi oralı oldu? Bir avuç dahi değil. Bir yerde okumuştum. Özlü sözler listesinde. “Eğer haber olmak istiyorsanız, haber değeri olan işler yapın” gibisinden bir söz. Şimdi kim diyebilir ki ben haber değeri olan şeyler yapmadım? Hürriyet Seyahat'e bakıyorum. Kusura bakmayın, benim tırnağım dahi olamayacak şeyler yapanların boy boy haberleri çıkıyor. Bir genç dünya turuna başlamış, haber. Biri benim üçüncü dünya turumun bir kısmında yaptığım gezinin yarısından azını yapmış, haber. Birisi İtalya'yı, hemen herkesin artık bildiği, üstüne bilmem kaç kişiden bilmem kaç yazı yazılmış bir yeri yazıp duruyor haftalarca. Ve daha neler neler haber. Ama ben değilim kuzum. Ha Hürriyet Seyahat editörü Serkan Ocak ilgilendi mi, ilgilendi. Arşivden eski yazılarımı da okumuş. “Hakikaten çok ilginç” de dedi. Sonra ne oldu? Sonra bana 4.000 vuruşluk standart bir röportaj önerdi. (Bilmeyenler, aşina olmayanlar için söyleyeyim, üçte bir sayfa kadar bir yazı.) Üstelik bir de “Önce sekiz ülke gezin, sekiz fotoğraf koyarız,” dedi. (Yani üçüncü dünya turu ancak yolun yarısına gelince haber!) Ben de bunu hakaret olarak aldım. Kendisine de söyledim. “Kusura bakmayın, ben bu formata uyamayacağım. Bana kendini beğenmiş deyin, burnu havada deyin, veya daha kötülerini de söyleyebilirsiniz... Ancak ben kendimi sıradan seyahatler yapmış bir sürü insanla denk görmüyorum, dolayısıyla aynı yeri de paylaşamam. Manşet ve orta iki sayfayı isterim,” dedim. O da “Ben Ayşe Arman'la dahi bu pazarlığı yapmam,” dedi. Ayşe Arman'ın böyle pazarlık yapması gerekmez zaten, ona ne kadar yer verileceğini biliyordur, böyle bir endişe taşımaz ya... ona girmeden, “Bu bir yazar olarak benim kanunda da yeri olan manevi hakkımdır,” dedim. O “Gezmeyi bir hayat biçimi haline getirenle, otostopla tüm dünyayı dolaşanla, parasıyla haftasonları ülke ülke gezenler aynı değil. Benim tek amacım insanlara bunu aşılamak. Seyahati sevdirmek” demişti. Ben “Benim tek amacım ise, siteme koyduğum sınırlar, vatandaşlık, güvenlik vs. ile ilgili fikirleri yaymak,” dedim. “İnsanların farklı şekilde düşünmeye başlamasını, o olmuyorsa bile sorgulamasını sağlamak. Yoksa kendi promosyonumu yapıp 'Aman da bak ben ne harika şekilde geziyorum' demeye ihtiyacım yok. Zamanında kitabım satsın istiyordum, tanınmak istiyordum; herkes de 'Aman da aman, medyada görünmelisin, adın çıkmalı' diyordu. Ben de uydum. Şimdi hiçbirine ihtiyacım yok. Ben yaptığımı biliyorum, bana yetiyor; kocam ve kızımla 3+1 kişilik küçük dünyamda da gayet mutluyum. Eğer o fikirleri yaymak gibi bir derdim olmasaydı bu geziyi de sessiz sedasız, kimseye haber vermeden yapar döner, hayatıma devam ederdim. Açıkça söyleyeyim, benim için bu gezi bir yem. Fikirlerimi yaymak için insanları oltaya çekmek. Muhtemelen sizin hedef kitleniz benim hedef kitlem de değil. Yine de, kimin hangi yazıdan nasıl etkileneceği hiç bilinmiyor. İnsanları kışkırtmak da istiyorum. O nedenle vuruş olmasa da içerik koşullarım daima olacak. Sınırları sorgulamayan kimse kendine gezgin demesin, dünyanın tüm ülkelerine ayak bastığımda pasaportlarımı yakacağım. Bunları da yayınlamayacaksanız size bu röportajı veremem. Benden laylaylom gezi yazısı/röportajı çıkmaz.” O da “Fikrinizi değiştirirseniz size kapımız her zaman açık,” dedi. Ben de “Siz bilirsiniz,” dedim. “Ben size haberi verdim. İsterseniz yarım sayfa, isterseniz iki satır haber yaparsınız, istemezseniz de yapmazsınız.” Ama tabii ben salak sanıyordum ki nasıl olsa haberim çıkacak. Ben haberim ya... Serkan Bey bana gıcık olmuş da olsa haber yapar diye bekledim. Ne de olsa profesyonellik insanın duyguları ile değil, haber anlayışı ile bakmasını gerektirir. Kaldı ki ona küfretmiş filan değilim bir şey değil. Görüşlerimde de bana sorarsanız, genel görüşün aksine de olsa kötü bir söylem yok. Serkan Bey sınırlar, vizeler üstüne düşündüklerimden bahsetmek zorunda da değil. Evet ben röportaj vermeyeceğimi söyledim ama seyahatimle ilgili dünya kadar bilgi websayfamda var. Onları okur, kendine göre bir haber hazırlar ve yayınlar. I-ıh. Benimki çok şey beklemekmiş. Hadi seyahate yeni başladım, tamamlayınca artık kayıtsız kalamazlar diye düşündüm. Yine yanılmışım. Öyle bir yok sayıldım ki şaşarsınız! Üstelik Hürriyet'in genel yayın yönetmeni Sedat Bey bir Robert Kolejli ve kendisi ona başka bir konu ile ilgili yazdığım e-postaya cevap verme nezaketini göstermişti. Ama daha sonra o da beni yok saydı. Kendisine yazdığım e-postayı buraya “Sedat Ergin'e Açık Mektup” olarak da yayınlamak istiyorum. gazetecilik ve profesyonellik Merhabalar Sedat Bey, Öncelikle iyi yıllar dilerim, eylül ayında uğradığınız saldırı için de geçmiş olsun. Biraz geç oldu tabii farkındayım ama bazı şeyleri sonradan takip edebiliyorum. Biliyorsunuz, bir dünya turu yapıyordum ve yakın zamanda döndüm. Bu biraz şikayet, biraz gazetecilik eleştirisi olacak. Benimle ilgili basında bir tek haber çıkmadı. “Belki doğru yerlere ulaşamamışımdır, belki e-postalarım ellerine geçmemiştir” diyorum. Tabii haberi olanlar vardı, onu da biliyorum. Ama canınız sağ olsun. Hürriyet Seyahat okumayı bıraktım elbette. Ama pazar günü THY ile İstanbul'dan Roma'ya dönerken gazete dağıtılınca alıp bir bakayım dedim. Sırf meraktan. Üç dünya turu yapmış bir Türk kadınını, dördüncü yaş gününde dünya turunu tamamlamış bir İtalyan-Türk kızını haber yapmaya değer bulmazken nelerin haber yapıldığını görmek için. Kapakta neredeyse bütün sayfayı kaplayan bir fotoğraf. Orta iki sayfada detayı. Nedir bu kadar manşetlik haber derseniz... Editörün 4-5 günlük Dominik seyahati! Bunların turizm acentaları için reklam olduğunun, al gülüm-ver gülüm şeklinde reklam verenin reklamını yapmak olduğunu biliyorum elbette. Bunda çok mahsur da görmüyorum aslında. -Bir sektör böyle dönüyor.- Yeter ki... yeter ki gerçek bir seyahat haberi olduğunda o da yer alsaydı gazetenizde. Benim, dünya çapında olmasa dahi, günlük gazetede olmasa dahi, bir Türk seyahat gazetesinde yerim olmadığını, haber değerim olmadığını söyleyecek bir tek gazeteci bulunur mu bilemiyorum? Kaldı ki, ben seyahatin dışında bir yerim olması gerektiğine de inanıyorum. Daha önce belirttiğim gibi, fikirlerim gündemdeki mülteci konusu ile de direkt ilgili. Hürriyet Daily News'teki bir haberde “Hürriyet neden mülteciler, birçoğu çocuk, Yunanistan yolu üzerinde Ege sularında boğuluyorlar diye araştırmaya girişti. Cevap: Boğuluyorlar çünkü 'geri itiliyorlar,' çünkü 'kanlı bir ekonomi' yaratıyorlar ve çünkü onlara organize bir şekilde yeterince yardım etmiyoruz,” diyordu. Üzgünüm ama cevapları yanlış. Sınır ölümlerinin tek ve tek nedeni vize denen şeyin varlığı ve insanların bu doğa kanunlarına aykırı uygulamaya olan kör inançları! Bunu söyleyen bir tek kişiye de rastlamadım medyada. Eğer bu gerçeği görmüyorsanız, Aylan'ın fotoğrafı ardından hassasiyet gösterisi yaparak timsah gözyaşları dökmeyin. Göçmenler, bir yere bilet alıp uçağa atlayıp gidemedikleri için ölüyorlar. Nokta. Bunun onların durumundan faydalanan insan kaçakçıları ile filan alakası yok. Günah direkt olarak bu dünyayı yönetenlere ait, dünya çapında ırk ayrımcılığını onlar yarattılar, gerçek suçlular onlar. Ve vizeler, sınırlar, güvenlik efsanelerine inanarak statükoyu devam ettiren bizler. Nokta. Hürriyet'e saldırı haberlerini okuyup sizinle yapılan röportajları bugün dinledim. “Hürriyet Türkiye'nin en büyük gazetesi, en etkili gazetesi, ve Türkiye'de bağımsız gazeteciliğin en önemli güvencesi olan müessese,” diyorsunuz. “Basın özgürlüğü açısından kara bir gündü.” Ben, bir Türk kadını olarak, her ikisi de birbirinden farklı özel iki dünya turu yapmışken, ikinci turumda tanıştığım eşim ve kızımla üçüncü dünya turunu yapmışken ve dahi Hürriyet Seyahat eki editörü bu seyahatimden haberdarken benimle ilgili tek bir haber çıkmamasını Türk basınında, en büyük ve en etkili olduğunu iddia ettiğiniz gazetede habercilik açısından kara bir leke olarak görüyorum. Profesyonellikle bağdaştıramıyorum. Belli ki gazeteci değilim ve gazetecilikten de anlamam. Sürçülisan ettiysem affola... gazetecilik ve profesyonellik- 2 Yıllar önce ilk dünya seyahatimi yaptığımda zamanın Hürriyet Seyahat editörü ile irtibata geçmiş ve gazetede düzenli yazı yazmak istediğimi belirtmiştim. Aldığım cevap “Bizim gezi yazarımız Mehmet Yaşin'dir” olmuştu. Daha sonra editörün değiştiğini duyduğumda tekrar irtibata geçtim, belki o farklı bir yaklaşım gösterir umuduyla. Köşe yazısı yazmayı önerdim. Bu seferki cevap “Köşe yazarına ihtiyacımız yok.” Peki yok da, o sıralar Mikdat Kadıoğlu aynı eke seyahatle hiç alakası olmayan köşe yazıları yazıyordu. Merak edip sorduğumda aldığım cevap “Seyahat rotalarındaki hava durumunu yazacaktı, ama sonra ekin baskıya gitme gününü hesaba katınca pratiğe geçirilemediğini gördük. O da çevre ile ilgili yazılar yazmaya başladı, ücret talep etmediği için de kalıyor,” oldu. Mehmet Yaşin'in tarzından da yazılarından da hazzetmediğimi söylemek zorundayım. “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” diye yazmıştım Arjantin'deki Bulutlara Giden Tren üstüne yazısını okuduğumda. Seyahat ruhu ile o kadar uzak olduğunu düşünmüştüm. Tabii bunlar kişisel görüşümdür ve sonuçta kendisi yıllardır bu sektörde emek vermiş bir kişidir. Ancak bu pazar günü Hürriyet Seyahat ekinin arka sayfasındaki okur sorusuna cevabını görünce tutamadım kendimi. Kargo gemisinde seyahatle ilgili soruya cevabı “Böylesine aklı başında soruya hasret kalmıştım” diye başlıyor. Esas cevabı ise şu: “Benim gençliğimde böyle bir olanak vardı. Yük gemilerinde bir-iki kamara yolculara ayrılırdı. Şimdi durum nasıl tam bilemiyorum ama bu gelenek sürüyordur sanırım.” Bu cevap mıdır şimdi??! Kusura bakmayın, birkaç tane daha ünlem ve soru işareti koymak isterdim aslında. “Bu gelenek sürüyordur sanırım.” Ha sanırsın yani... iyi! “Aklı başında soru”dan bahseden birinin “aklı başında cevap” verme kapasitesi olması beklenir. Bu kişi ki, bir önceki Hürriyet Seyahat editörü Serhan Yedig'in “duayen” dediği kişi. İnsan son zamanlarını bilmiyorsa dahi, cevap vermeden önce “travelling on a cargo ship” diye yazıp internetten bir bakmaz mı? Kısa da olsa bir araştırma yapıp doğru düzgün cevap vermez mi? Yani soruyu soran kişi de yapabilirdi bunu elbet. -Artık hemen her şeye bir tıkla olmasa dahi birkaç tıkla ulaşabileceğimiz bir çağda yaşıyoruz.- Ancak siz, bir seyahat eki olarak okurlarınızın sorularına cevap vermeyi, böyle bir hizmet sunmayı taahhüt etmişseniz, bunu doğru düzgün yapmanız beklenir. Yapamayanı da, kusura bakmayın, o pozisyonda tutmamanız. Birçok gazete ve derginin kemikleşmiş bir yapıya sahip olduğunu biliyorum. Köşebaşları (elebaşları tarafından) tutulmuş, yeniye, doğru düzgün iş yapana, yapacak olana yer kalmamış. İnsan, yani bir gazeteci, ki turizmin bu kadar içinden biri, sırf meraktan, kendi öğrenmek için araştırır cevap vermeden önce. Bunu soruya cevap vermek için harcanan vakit diye görmez, kendisine katkı olarak görür. Bilgi görgüsünü arttırmak olarak bakar ve üşenmez yapar. Buna zahmet etmeyene nasıl gazeteci denir bilemiyorum. (O sözümüz nereden çıkmış, koyuna benzetilmek de hiç hoş değil ama... Memlekette koyun olmadığından da değil, koyunlar çiğnenip keçiler baş tacı edildiğinden deniyor işte.) Mehmet Yaşin'in kim bilir kaç sene önce kendi deneyiminden yola çıkarak verdiği bilgilerin hepsi de yalan yanlış ve yanıltıcı. Ama Türkiye'de bunun farkına varacak pek kimse olmayınca da kimse bir şey diyemiyor elbet. Zaten aldıran da yok. Ben, aklı başında bir yazıya hasret kalmış durumdayım. **** Mektubuma cevap alamadım. Yani bir hafta önce yazdım, belki meşguldür eli değmemiştir, cevap vermeyi düşünüyordur ama bu vakitten sonra vereceğini sanmıyorum. Bu arada... İkinci dünya turumdan sonra çıkan haber orta sayfadan verilmişti ama altta kocaman reklamla ve manşette “Geceyarısı güneşi” vardı, kocaman bir güneş resmi ile. Çok bozulmuştum buna da. O zamanki editör Serhan Bey (Yedig) güya ahbabımdı, benim tanınmama destek vermek istiyordu, ki bunun için çaba da harcamıştır, ama yine aynı hayal kırıklığını yaşamıştım işte. Ona sordumdu, cevap vermedi o zaman. Birkaç yıl sonra yine sordum. “Hatırlamıyorum ama resimlerinizin kalitesi manşette kullanmak için uygun değildi,” diye bir sebep öne sürdü. Tabii bana göre bu bahane. Orta sayfada kullanılıyorsa manşette neden kullanılmasın? Büyük kullanılamıyorsa küçük resimlerle gittiğim yerlerden bir kolaj yap kullan, rotamın haritasını çiz kullan, ne yaparsan yap ama beni manşet yap. Cidden bunun lâmı cimi yok. Ben haberim, Türkiye'de manşetlik haberim. Nokta. Ha evet anlıyorum. Seyahat eki çıkarmak için acentalardan baskılar var, ne de olsa reklamvereni tatmin etmek zorundasın. Ermenistan yazısı yazdığımda Serhan Bey'in belki de kendini zor duruma sokarak büyük ve ünlü bir acentanın değil, benim yazımı yayınladığını biliyorum. Ama eğer siz baskılara boyun eğip, haber değeri taşıyan bir şeye değer vermiyorsanız, benim yerime gidip editörün acentalarca karşılanan dört günlük seyahatini manşet ve orta sayfa olarak kullanıyorsanız Sayın Ergin'in bahsettiği “Bağımsız gazeteciliğin en önemli güvencesi” lafınız boştur. Bunun adı satın alınmış gazetecilik veya satılmış gazetecilik olur. Hangisini tercih ederseniz... Serkan Bey'e (Ocak) yaşını sormuştum. Çok genç gösteriyordu twitter'daki fotoğrafı. Merak ederim ben, insanlar kaç yaşında ne yapmışlar diye. Bir ara harıl harıl besteci, ressam, yazar biyografisi okumuştum. Hepsinde de kaç yaşında neler yaptıklarına bakıp kendim o yaşta ne yapmıştım diye sorguladım. Serkan Ocak 4,5 yaşında bir kızı olduğunu söylemişti. Ben geç çocuk sahibi olduğum için insanlar kaç yaşında çocuk sahibi olmuşlar diye de bilmek isterim. Her neyse... Serkan Bey sorumu ters algılayıp “Yeterince hayat ve mesleki tecrübem var, endişe etmeyin,” diye cevap verdi. Ben de “Yeterince tecrübeniz olmasa o konumda olmazdınız zaten,” demiştim. Ama yanılmışım belki de. Bir pozisyona gelmiş olmak tecrübe ve bilginin göstergesi değil. Maalesef... Bu insanların tüm anti-profesyonelliklerine rağmen o pozisyonda tutulmaları ise daha acı tabii. Hayatta asıl önemli olan insanın kendisi ile yaşayabilmesi. Genelde herkes kendini iyi yüce ve haklı da görüyor tabii, bu insanlar da belli ki hiç rahatsızlık duymadan kendileri ile yaşayabiliyorlar. Toplumda da var olabiliyorlar. Onlara para ödeyen birileri de var. Hoş, çok da önemsemiyorum, önemseyemiyorum aslında tüm bunları. “Sosyal medyada yeni çılgınlık: Herkes kabinde elbise provası yaparken fotoğrafını çekip yayınlıyor” diye haber yapılıyor. Bunları okuyan insan var mı diyeceğim ama var herhalde. Bunlarla beslenen kalabalıklar da iyice aptallaştırılıyorlar. İnsanların aklı başında bir yazı okuyacak kapasiteleri yok ediliyor. Ne beklersin ki bunları yayınlayan bir kurumdan? Asıl bozulduğum, canımı sıkan şey Sedat Ergin'in Robertli oluşu sanırım. Nedense biz Robert Kolejlilerden çok şey bekliyoruz. Biz özeliz, biz farklıyız, biz her şeyin en iyisini en doğrusunu yaparız, biz sürüden ayrılmaya korkmaz, doğru bildiğimiz yoldan şaşmayız, düzeni değiştiririz, yeni yollar açarız, çığır açarız vs vs. Bu olgu aşılanır ve devam ettirilir okul dergilerimizle. Robertli olmakla gurur duyarız. Eh, haksız da sayılmayız, Türkiye'nin en iyi okulundan yetiştik ne de olsa. Ağır eleştirilerime maruz kalan Akbank'ın başında da maalesef bir Robertli var. Ve işte ben bir Robertlinin yönettiği kurumdan çok şey bekliyorum, böyle olayları onlara yakıştıramıyorum ve üstüme de alınıyorum. Ama işte belki okul ve eğitim çok abartılıyor veya belki her ne kadar iyi niyetli olsalar da, bir kurumun başında olan "başarılı" insanların bulundukları konum ister istemez onların davranışlarını şekillendiriyordur... Benim seyahate başlayacağım hafta Saffet Emre Tonguç daha yeni bir tura başlamış birilerinden bahsederek “Bu insanlara hayranlık duyuyorum,” diye yazıyor. Hürriyet Seyahat yazarlarının hiçbiri benim adımı anmıyor. Aylan'ın ölümü üstüne Gülben Ergen Hürriyet'te bir yazı yazmış. Şarkıcılığına, oyunculuğuna, sunuculuğuna bir şey demeyeceğim ama kusura bakmasın da ne söylediği anlaşılmayan, vıcık vıcık duygu sömürüsü bir yazı. Bu yazı yayınlanmış! Daha kimler gazetelerde televizyonlarda ahkâm keserken sağlıklı bebeğini hiç beklenmedik bir şekilde kaybeden, dolayısıyla da bir çocuk kaybetmenin ne olduğunu bilen bir kadın olarak, üç kere dünya turu yapmış ve seyahatin ne olduğunu bilen biri olarak, bu konular üstüne yıllardır okumuş ve düşünmüş biri olarak benim söylediklerime hiç yer verilemez mi? Sins of omission are as telling as sins of commission. Yani atlanan ve görmezden gelinen haberlerin günahı sahte ve yalan haberler kadar anlam taşır ve karşınızdakini ele verir. Beni görmezden gelmelerinin tek nedeni aykırı görüşlerim mi bilemiyorum. Belki korkutuyordur görüşlerim. Veya belki tavrımdır ama dediğim gibi, bu bir bahane olamaz. Tek bildiğim, bu gazetecilikte bir yanlışlık var. Kadının ise adı yok. Benim de adım yok. Varsın olmasın. Olmasın zaten. Bu bozuk dünya düzeni yüzünden pisi pisine ölen göçmenlerin adı yokken benim de adım olmasın. Bir tek Aylan'ın adı oldu, o da adı kaldı yadigâr... Not: Doğal olarak, insanlara Hürriyet Seyahat'i, hatta Hürriyet'i protesto etmelerini söylemek istiyorum. Ama tecrübelerim kimsenin de böyle şeylerle pek ilgili olmadığını söylüyor. Zaten bu yazıyı buraya kadar okumuş insan bulmak da zor. Ama ben Nasreddin Hoca'nın sözünü severim. Ya tutarsa?... Onun için yapayım. Lütfen bu yazıyı gerek e-posta ile gerek sosyal medyada arkadaşlarınızla paylaşın. Yazılı ve görsel medyada tanıdıklarınız varsa onlarla paylaşın. [email protected] ve [email protected] adresine “Gülin” başlıklı boş bir e-posta atın. Twitter'da @serkanocakkk ve @hurriyet adresine bu yazının linkini gönderin. Pazar günü Hürriyet alıyorsanız Hürriyet Seyahat'in üstüne büyük harflerle “GÜLİN” yazıp geri iade edin. Bunları benim için değil, dünyanın düzenini değiştirme yolunda bir adım olsun diye yapın. Halen, bu mevsimde bu soğukta, devrilen bot ve ölen çocuk haberleri çıkıyor. Bu ayıba son vermek için yapın. Not 2: Böyle bir şeyin bu ölümleri durdurmayacağını biliyorum elbette. (Hani öyle bir şeye inanacak kadar salak olduğumu düşünecek biri çıkarsa diye not düşeyim.) Ama söylediklerimin önemli olduğunu ve onları daha çok insanın duymasının buna doğru bir adım olacağını düşünüyorum. Medyanın da insanların düşüncelerini etkileyip kitleleri yönlendirmekte etkili olduğunu da düşünüyorum. (Bakınız http://www.gulin.world/saygi-ustune.html yazısının son “Düşünce, İfade ve Eylem” bölümündeki ilk madde.) Ve benim fikirlerimin, eğer ciddiye alınacak birinin sözleri diye yansıtılırlarsa hemen olmasa da bir sonraki kuşağın zihninde bir fark yaratacağını da düşünüyorum. Hayatımın şu noktasında kişisel olarak her açıdan tatmine ulaşmış durumdayım. Gayet güzel istediğim şeyleri yaparak, kızımla oynayıp kimsenin okumadığı yazılarımı yazarak keyif sürebilirim. Bunlar popüler fikirler değil, ortalık yerde söylediğinizde kafanıza taş yediğiniz fikirler. O nedenle bunları kafam devekuşu gibi kuma gömülüyken söylemek, yani pek fazla kişi tarafından duyulmamak işime geliyor. Veya söyledikten sonra kafamı kuma gömmek daha cazip benim için; yazdım oldu bitti, kendimi ortaya koymaya gerek yok. İnsanlarla muhatap olup dertsiz dünyama dert katmanın gereği yok. Dolayısıyla bir yerlerde sesimi duyurmaya çalışmak şahsen özellikle yapmak istediğim bir şey değil. Ama yapmaya itildiğim, kendimi mecbur hissettiğim bir şey. Birçok insan dünyayı iyi yönde değiştirmek adına farklı alanlarda uğraş veriyor. Ben de bu kadar gezmişsem ve bu gezilerin bana gösterdiği bir şey olmuşsa bunu paylaşmanın benim dünyaya ve daha iyi bir geleceğe yapacağım ufak katkı olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmak da boynumun borcu diye görüyorum. Not 3: Kocam halen Hürriyet Seyahat'e o röportajı vermeliydim diye düşünüyor. "Ortalıkta olurdun, başkaları da görür seninle irtibata geçerdi," diyor. O Halkla İlişkiler işinde ve sürekli gazetecilerle çalışıyor ama İngilizce'de dedikleri gibi "I kindly disagree," ona katılamıyorum maalesef. "Kendine saygısı olmayana kimse saygı göstermez" dedim. Eğer 8 ülke tamamladıktan sonra onların istediği gibi 8 fotoğraf ve sadece seyahat üstüne 8 soru-cevap röportaj verseydim ben kendimi, hadi ırzıma geçilmiş demeyeyim ama kullanılmış hissederdim ve bununla kalırdı. İkinci dünya turumda orta iki sayfada yazım çıktı da ne oldu? Kim ilgilendi? Hiç kimse... Bu daha da kötüsü. Üstelik, ben cidden aldırmıyorum tanınmaya. Dünyanın bu politik bölünmesi üstüne tek söz söyleyemeyeceksem, benim asıl önem verdiğim konuları değil onların ilgilendiği şeyi vereceksem bana ne faydası var? Ben sırf seyahat eden biri olarak yansıtılmak istemiyorum, bunca yaşanmışlığıma, tecrübeme, bilgi kültürüme kıymet verecek bir yer istiyorum. Şimdi onlar biliyorlar mı ne yaptıklarını, yanlış davrandıklarını, yaptıklarının gazetecilik olmadığını? Elbette biliyorlar. Vicdanları rahatsa da rahat olsun. Ben kendi inancıma aykırı davranamayacağım. Allah'a çok şükür artık para kazanma derdim yok. Onu kocam kazanıyor, ben de ailemi besleyip evi çekip çeviriyorum -bal gibi de ev hanımıyım işte, hiç gocunmuyorum. Arta kalan vakitlerimde de kendimce dünyayı kurtarmakla uğraşıyor, yazılarımı yazıyorum. Zamanı geldiğinde, Türk medyasında olmazsa dünyada bir şekilde yerini bulur söylediklerim elbet. Acelem yok... Başımı belaya sokmadan durabilecek miyim bilmiyorum. Bazı şeyler bana çok batıyor, koyun gibi güdülmek ve bunu sessizce kabul etmek tepemi attırıyor. İtalya'ya dönüşte, Sabiha Gökçen'de iki kez arandığımız yetmiyormuş gibi, uçaktan indikten sonra pasaport kontrolden geçmeden önce bir kez daha metal dedektörden geçirttiler bizi. Kafamdan fişekler fışkırıyordu!
Önce acaba bir ihbar mı var diye düşündüm. Sorunca öğrendik. Rastgele seçip arıyorlarmış. İnanılır gibi değil. Ha diğer tarafta iki aramayı atlattık, geldiğimiz uçağı da havaya uçurmadık, ama varış havaalanında bomba patlatacağız! Sanki ülkeye girdikten sonra bomba yapıp havaalanı önünde patlatamayacağız da şimdi derdimiz havaalanının içiymiş gibi! Bu kadar gerizekalılık olabilir mi bilemiyorum. Bu saçmalıkların parasının da bizim cebimizden çalınıyor olması iyice dokunuyor. O aramaları yapanların maaşlarını biletlerimizin içinde biz ödüyoruz, bu aramaların yapılmasını emreden bürokratın maaşını da bizden vergi zoru ile topluyorlar. Bizi kendi paramızla tartaklıyorlar. Sırada beklerken bunları sıralayıp duruyordum sesli olarak. Geçtikten sonra “Bizi koruduğunuz için teşekkür ederim,” demek geçti içimden. Ama kinayeyi anlayacaklarından emin olamadığım için yapmadım. Gerçekten... -Biraz afalladım da tabii, hiç böyle bir şey beklemediğim için...- Eğer Lara olmasa “Geçmiyorum oradan, tutuklayacaksanız tutuklayın veya zor kullanarak geçirtin dedektörden” derdim orada. Carlo'ya da dedim zaten, “Bir dahaki sefere yapacağım, haberin olsun, Lara büyüdü artık, sen bakarsın,” diye. Ertesi gün kardeşim sordu. “Rahat gittiniz mi?” diye. “Eh, pek değil,” dedim. “Hayırdır, neden?” diye sordu. “Bu güvenlik aramalarına dayanamıyorum zaten, bir de İtalya'ya inince aradılar,” dedim. “İlk defa duydum bunu da,” dedi. “Sen dayanamıyorsun ama insanlar onun yüzünden ölüyor.” Kardeşim dahi yazılarımı okumamış ve aldırmıyor biliyorum, yazdıklarımı okumak da kolay değil, kafa çalıştırmayı, düşünmeyi gerektiriyor biliyorum. Ona kısaca özetledim. “Ne yüzünden ölüyor?” dedim. “Olay sadece havada ölmemek mi? Gördük işte Paris'te yaşananları. Bizde havaalanlarına girişte de aranıyoruz ama başka hiçbir ülkede görmedim bunu. Aynı şeyin koordineli bir şekilde birçok havaalanında check-in gişeleri önünde yapılmaması için hiçbir neden yok. Ayrıca neden illa da uçak? Neden her otobüs durağı neden her tren, metro durağında insanlar aranmıyor?” İnsanlar seyahat dergisi, seyahat gazetesi çıkarıyor, seyahat blogu yazıyor, ve hiç kimse bunlardan bahsetmiyor. Günümüzde güvenlik aramalarından, vize saçmalıklarından bahsetmeden seyahat yazısı yazmak mümkün değil. Yani herkes bunu yapıyor ama nasıl sterilize ediliyoruz, nasıl üç maymunu oynuyor medya bilemiyorum. İnsanlar da bu oyuna dahil olmaya neden devam ediyor halen onu hiç mi hiç bilemiyorum. Sesinizi çıkarın artık biraz, n'olursunuz! Veya en azından ben sesimi çıkardığımda beni destekleyin. Fiumicino'da uçağımızı beklerken vakit geçirmek için dolanıyordum. Ah, orada renkli, hoş çantalar var, bir gidip yakından bakayım. Alışkanlık işte, fiyata da bakıverdim ardından. Biri 17.000 Euro idi. Markaya bakmak için kafamı kaldırdım. Dolce & Gabbana. Kendimi zengin hissettim birden. Güzellerdi ama satın almak isteyeceğim şeyler değillerdi. Havaalanda biraz daha dolaşınca, aldırmadığım ne kadar pahalı şey olduğunun farkına vardım.
Sonra İstanbul'daydım. Arnavutköy'de eve götürmek için lahmacun bekliyordum. Camekânda koca harflerle yazılı Coca Cola reklamını gördüm. “Coca Cola- Bu lezzeti Coca Cola ile tamamla.” Sonra önümdeki sofraya baktım... Masa altlıklarında İstanbul’un renkleri ile bütünleşen Coca Cola reklamı. Ardından kafamı kaldırıp karşı sokağa baktım. Köşedeki restoranın tabelasına ilişti gözüm. İşte orada da lokantanın adının iki yanında Coca Cola. Birkaç gün önce bir alış-veriş merkezinde yemek siparişimin hazırlanmasını beklerken de Coca Cola reklamı seyretmiştim. Bir bardağa ahenkle dökülen kolanın içine atılan buz küpleri, şişenin üstünden ter gibi kayan su damlacıkları. Ve bunların size verdiği ferahlık hissi. O reklamı yaratmaya ne kadar emek ve zaman harcandığını düşünmüştüm. Ve elbette para. Bilincimizin dışında, istemimiz haricinde -ve genellikle istemimize karşı olarak- ne kadar çok Coca Cola bombardımanına tutulduğumuzu düşünmeden edemedim. Bir kez daha kendimi çok şanslı ve zengin hissettim. Dünyayı harcasalar Coca Cola satın almam. Bedava verseler de içmem. Veya belki bir yudum alırım. Eğer üstüne iyi para öderlerse üçte bir şişe içebilirim. Eğer tüm şişeyi içmemi isteyecek olurlarsa bana ciddi iyi para ödemeleri gerekir. Sonra, bana sorarsanız gereksiz ve zararlı bir içecek olan Coca Cola reklamı için ne kadar para harcandığını düşündüm. (Kolakoliklerden özürlerimle....) Düşünce zincirim kendime doğru kaydı. “Eğer Coca Cola'nın bütçesi benim makalelerime, benim fikirlerime, marka olarak benim ismime harcansaydı nerede olurdum? O zaman insanlar kitaplarımı okur muydu, onlara fikirlerimi aşılamak mümkün olur muydu?” Bu fikrin üstünde çok durmadım, ne de olsa asla olmayacak bir şey. Hoş, belki öyle dememeliyim, neden olmasın? Belki bir gün zengin ve eksantrik bir kadın bir adam yazılarımı okur ve beni arar. Merak etmeyin... Bunun olması için nefesimi tutmuyorum. Kendimi yeterince zengin hissediyorum. |
AuthorGülin De Vincentiis Archives
February 2016
Categories |